.
Güler BUĞDAY
e-posta adresi:gulerbugday@ttmail.com
Burada okuyacağınız “Kuyruklu Kürt Olmak!..” isimli yazımı 12.9.2009 yılında yazmışım. Sizlerde okuyunca göreceksiniz ki, sorunu tespit, teşhis ve analiz konusunda tam bir haklılık metni…
Son yıllarda ülkede yaşanan akıl almaz hukuksuzlukları, haksızlıkları ve ülkenin kan gölüne dönmesine sebep olan ve bir türlü baş edilemeyen, kontrol edilemeyen terör karşısındaki çaresizliği…
Her gün yaşıyor ve içimiz sızlayarak görüyoruz!..
Demek ki ülkede barışı, huzuru, kardeşliği sağlamanın yolu; sadece güçlü ordu ve savaş makineleriyle “Kana kan intikam” duygusu ve metoduyla olmuyormuş.
Bu nedenle kelimesine dokunmadan üç yıl önce yazdığım bu yazıyı bir kez daha yayınlama gereği duydum.
Sorunları doğru anlayıp çözüm aramak için, ne uzman olmaya, ne âlim olmaya gerek var.
Yeter ki “Güçlü ve haklı olan benim… Bu nedenle karşı duranı, canımızı yakanı ezip geçmek hakkımızdır” mantığından ve ölümü kutsama psikolojisinden uzaklaşıp sağ duyu ile hareket edilebilsin.
İnanın çözümün ilk ve son şartı:
Sadece insan olmak, her türlü önkoşuldan ve intikam duygusundan uzaklaşıp sorunu çözmek için kendi halkına insanca ve hoşgörüyle yaklaşabilmek, duygudaşlık yapabilmek, her iki taraf için; barışında, kardeşliğinde, akan kanın durmasının da ön koşuludur.
Kuyruklu Kürt Olmak!..
12.9.2009
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, yurttaşlar arasındaki eşitliği şu şekilde belirlemiş:
Madde 10 - “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” der.
Yine,
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi: Bütün insanların özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğduklarını ve herkesin, hiçbir ayrım ve özellikle ırk, renk ve ulusal köken ayrımı yapılmaksızın, burada kayıtlı haklardan ve özgürlüklerden yararlanacaklarını ilan etmiştir.
Yani;
Herkesin yasalar önünde eşit olduğunu ve herhangi bir ayrımcılık veya ayrımcılığa teşvik karşısında yasaların eşit korumasından yararlanma hakkına sahip olduğunu göz önünde bulundurulacağını hükme bağlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti de yurttaşlarına; gerek anayasasında gerek uluslararası anlaşmalara attığı imza ile bu eşit hakları tanımıştır. Yani “kanun önünde herkes eşittir” demiştir.
Kanun böyle demiş ama işin aslı ve uygulama böyle midir?
Eğer her şey kanunun belirlediği kadar doğru ve gerçek ise;
O halde yıllardır ülkede akan kanın ve bitmeyen terörün gerçek sebebi nedir? Nedir ülkenin belli bir bölgesindeki isyanın ve adı konmamış savaşın sebebi?
Nedir buradaki insanların öfkesinin, feryadının, yakarışlarının, sızlanışlarının, kırgınlıklarının, başkaldırışlarının ve ayrışmalarının gerçek sebebi?
Yüzyıllardır birlikte harman olmuş, “kanı-kanına, canı-canına” karışıp “bir olmuş, bütün olmuş” bu insanları nefrete sürükleyen, kardeşi kardeşe düşman eden sorunlar nelerdir?
Nedir insanları bu kadar ayrıştıran, ötekileştiren, yabancılaştıran, birbirinden koparan, güveni yok eden, şüpheyi, endişeyi ve korkuyu egemen kılan?
Neden ülkenin bu bölgesinde vatan evlatlarının kanı sürekli akıyor? Neden “Dağlarının rengi kırmızı?”
Neden anaların gözü yaşlı? Neden evlatlarını çocuk yaşta gençliğinin baharında kara toprağa veriyorlar?
Neden ülkenin milyar dolarları “eğitime, sağlığa, istihdam yaratmaya ve insanca yaşanacak bir ülke” olmak için kullanılamıyor?
Neden kurgulanmış kirli savaşlar yüzünden emperyal güçlerin sömürü düzenine olanak sağlayan ölüm makinesi olan silahlara para yatırılıyor?
Kimler bu işten kazanç elde ediyor?
Neden akan kanı durduracak, kardeşi- kardeşe düşman eden ve on binlerce vatan evladının yok olmasına sebep olan teröre çare bulunamıyor?
Analar babalar ağlayıp ocaklar sönerken, kadınlar eşsiz, çocuklar babasız ve geleceksiz kalırken atılan bir sloganla “Şehitler Ölmez… Vatan Bölünmez” deniyor.
Kimse kusura bakmasın ama kendi sorununu toplumsal uzlaşı ve anlayışla çözemeyip; ABD dayatması ile çözmeye kalkınca gerçekten vatan bölünmez mi sanılıyor?
Bu sorunlar ve bu bölgemizle ilgili son otuz yılda o kadar çok yazılıp konuşuldu ki, burada tek tek sıralamaya kalksak ve farklı cephelerden bakarak gerekçeleri yazsak ciltlerle ansiklopedi olur.
Bunların içinde geri kalmışlık, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik, feodalite, töre, aşiret, cemaat, dini baskı ile coğrafi koşullar herkesin gördüğü ve kabul ettiği gerçekler.
Ancak;
Ülkede yıllardır adı konmamış bir iç savaş sürüyor… Birileri, bu tabire kızıp bozulsa da gerçek budur. Hem “Dağda en az onbin silahlı terörist var” deyip, yıllardır dağ- taş bombalanacak, hem de bu savaş değildir.” denirse sorun gerçekten çözülmez.
Bu bir savaştır. Ancak bu kirli savaş, Kürt halkıyla yapılmıyor. Bu savaş sadece bir terör örgütüyle de yapılmıyor:
Onları eğiten, beyinlerini yıkayan, gerektiğinde koruyup-kollayan ve silahlandırıp kendi kardeşlerine ölüm saçan makinelere dönüştürenlerle yani arkasındaki güçlerle yapılan örtülü bir savaştır.
Olayı böyle görmek ve sorunu ona göre çözmek zorundayız. Yoksa her ortamda PKK’nın terör örgütü olduğunu dayatıp kınanmasını istemekle bu sorun çözülmüyor.
Çünkü bizler PKK terör örgütüdür diyoruz, Kürt halkının büyük bir kesimi ve onlardan çıkar elde eden siyasi oluşumlar “Gerilla” diyor.
Aslında Kürt halkı, kendi evlatlarına ve halkına düşmanlık yapan terör örgütü PKK’nın, ABD’nin maşası olduğunu ve Emperyalist güçlerin değirmenine su taşıdığını göremiyor.
Devlet ve siyasi iktidarlar ise bunu anlatmakta yetersiz kalıyor.
Kürt halkını kendi iradesine bıraksalar hiç biri savaş istemez. Terörü onaylamaz. Çünkü savaşlarda ölenler kendi çocuklarıdır. Savaş ve terörden en fazla onlar mağdur olurlar; sönen ocaklar, geride kalan çaresiz ve geleceksiz çocuk ve kadınlar kendi insanlardır.
Ancak.
Bu koşullarda devletten gereken ilgiyi göremeyen, güven duygusunu kaybeden halkta ne yazık ki yabancılaşma, farklılaşma ve sonuçta intikam ve nefret duygusu egemen oluyor.
Çünkü sorun çözülmedikçe, kan akmaya devam ettikçe toplum şiddetle yaşamaya aşılanır.
Ayrıca Ortadoğu’da emperyal güçlerin çıkarları uğruna “petrol, enerji ve yeraltı zenginlikleri” için kurguladıkları savaşlarda milyonlarca masum insanın ölümüne sessiz kalınarak, şiddetin ve akan kanın psikolojik olarak kanıksanması sağlanmıştır.
Yıllardır gözümüzün önünde komşularımızda yaşanan bu insanlık vahşetine sessiz ve seyirci kalınarak hep birlikte duyarsızlaşmadık mı?
Neden mi duyarsızlaştık?
Çünkü bu sorunları çözecek, halka gerçeği anlatıp emperyalizme karşı onurlu bir mücadele verebilecek tek ideoloji soldur. Ne yazık ki artık oda bizim ülkemizde yoktur!!!
Belleklerinizi zorlayın ve düşünün:
“Halkların kardeşliği” diyen, “Özgür birey, örgütlü toplum, demokratik devlet” diyen, “Tam bağımsız Türkiye”diyen, “Eşitlikçi ve hakça bir düzen” isteyen, “Su işleyenin, toprak kullananındır “ diyebilen, “Irk, dil, din” ayırmadan insanca bir yaşam öneren sol düşüncenin köküne kibrit suyu döküp yok edilmedi mi?
Bu sorunları algılayacak ve çözebilecek ideoloji olan solu ve gerçek solcuları darbeler sonucu, kıya- kıya tüketip, kalan tatlı su solcularının düzenle bütünleşip kimliksizleşmesine seyirci kalınmadı mı?
MHP’nin her zamanki ırkçı söylem ve tavrına, şehit cenazelerini kullanarak kolay yoldan karşıtlık politikasıyla varlığını sürdürmesine ve inkâr politikalarının egemen olmasına alkış tutulup yandaş olunmadı mı?
Ve en önemlisi;
Dini siyasete alet ederek vücut bulan AKP’nin, bölge üzerindeki feodal düzenden yararlanıp aşiret ve cemaat destekli politikalar ile palazlanıp bölgede vücut bulan ırkçılığın anti-tezi olarak İslami yaşam tarzını dayatıp halkın etkisizleşmesine seyirci kalınmadı mı?
Yıllardır bölgede bu psikolojinin etkisi ve egemenliğinde terörün palazlanması… Ayrılıkçı terörün dış destekli beslenmesi, korunması ve kollanmasına sessiz kalınmadı mı?
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve siyasi partilerin bu tezgâhı ve dış kurgulu bu projeyi doğru okuyamaması bu gün gelinen noktanın sebebidir.
Siyasi iktidarın dışarıdan gelen dayatmalar karşısında gelişen tehlikenin büyüklüğünü görmezden gelmesi veya teslimiyetçi bir mantıkla sessiz kalması ise bu gün yaşanan kaosun sebebidir.
Bu anlayış:
Ülkede karşıtlıkların egemen olmasına, bölünme arzusunun filizlenmesine, üniter yapının yıkılmasından endişe edilmesine ve geniş kitlelerde korkunun egemen olmasına sebep olmuştur.
Toplumda endişe ve paniğin egemen olduğu bir ortamda;
AKP’nin ve Tayip Erdoğan’ın daha düne kadar yok saydığı, görmezden geldiği, en ağır suçlamalarla itham ettiği ve terör örgütü PKK ile özdeş bulduğu bir siyasi parti ile yarışırcasına, “KÜRT AÇILIMI” (!) yapacağız dayatması toplumda gerilimi artırıp, kamplaşmayı derinleştirmektedir.
Bu kadar önemli ve bir o kadar zor bir sorun, toplumsal uzlaşı ve anlayış birliği olmadan çözülemez. Üstelik ne yapılmak istendiği bilinmeden hükümdar buyruğu gibi “Ben istedim olacak” mantığına bir de muhalefet partilerinden birinin kör inadı eklenince gerilim boyut (!) kazanır.
Bu koşullarda MHP’nin anlaşılamaz ölçüdeki karşı duruş ve ırkçılığa varan milliyetçi söylemleri ile CHP’nin çözümsüzlüğe ve MHP ardında şoven bir tavır sergilemesi problemi derinleştirmektedir.
Muhalefet her türlü çözüme karşı duyarsız davranırken; AKP’nin bir türlü güven vermeyen, samimiyetten uzak, ne istediği ve ne dediği belli olmayan tavrı da ülkeyi kargaşa ortamına sokmuştur.
Bunu fırsat bilen DTP ile dışardan beslenen bazı piyonlar ve bazı kendini bilmezlerin dillerinde; ABD ve BOP projesinin amacı olan “BÖLÜNME” de tartışılır söylemi işi çığırından çıkarmıştır.
Aslında sorunun bu hale gelmesinde yıllarca çözümsüzlüğün çözüm diye dayatılmış olması sebeptir.
Çünkü olayın sosyolojik ve psikolojik boyutu irdelenmeden, halkın haklı talepleri görmezden gelinerek, inkâr politikalarıyla ve asimilasyon yaparak sorunu çözebileceğini sanan siyasiler yanılmışlardır.
Yıllardır sorunu sadece terör örgütünü yok etmek kısırlığında değerlendiren anlayış iflas etmiştir.
Yıllarca halkın haklı talepleri görmezden-duymazdan gelinmiştir… Ayrıca baskı ve tehdit sonucu evladı dağa çıkarılan insanlar ve çaresiz bırakılan halk, PKK terörüyle özdeşleştirilmiş ve kendilerine devlet terörü uygulanmıştır.
Devlet adına faili meçhul cinayetler işlenmiştir.
İnsanların evleri başlarına yıkılmış, yerlerinden-yurtlarından koparılıp, köyleri yakılarak göçe zorlanıp açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmişlerdir.
Yıllarca adına “Özel Tim” veya halktaki adıyla “Kontur Gerilla” denen ve bu gün artıklarının Silivri’de yargısı süren “Ergenekon Terör Örgütü” adı verilen ve sapla samanın karıştırıldığı davanın iddianamelerinde görüyoruz.
O dönemde işlendiği iddia edilen cinayetler ve asit kuyularında bulunan insan kemiklerinden olayın vahşetini korku ve dehşet içinde izliyoruz.
Bu tür hukuksuz uygulama ve baskılar sonucu halkta oluşan güvensizlikten istifade eden karanlık güçlerin kışkırtmaları ve emperyal güçlerin planları sonucu Kürt sorunu boyut değiştirmiştir.
Bu konuda devletin ve siyasi iradenin ihmali çok büyüktür.
Aslına baktığımızda bu güne kadar siyasi iktidarlarca çözüm diye sunulanlar veya o bölgenin kalkınmasına (!) çare diye açıklanan paketler ve tüm tedbirler göle maya çalmanın ötesine gidememiştir.
Çünkü bu güne kadar taraflar ağzının içinde ya da karnından konuşmuştur. Kimse gerçek niyetini ortaya koymamıştır.
Hükümetler ve siyasi irade, bu sorunun gerçek sebebini görmek, çözmek, tartışmak istememiştir.
Çünkü sorunun adını telaffuz etmekten bile korkmuşlardır. Yıllarca inkâr politikası egemen olmuştur.
KÜRT = BELA algılamasıyla insanların beyni yıkanmıştır.
“Güneydoğulu kardeşlerimiz (!)” kavramı, “et-tırnak” hikâyeleri, “kart-kurt” tanımlamaları ile soruna yaklaşılmıştır.
Bu nedenle yıllardır: “Güneydoğu sorunu, Doğu sorunu” diyerek bu günlere gelinmiştir. Kimlikler görmezden gelinmiş, kültürel haklar kullandırılmamıştır. İnsanların en temel hakkı olan “ana dilleri” bile yasaklanmıştır.
Son tahlilde;
ABD’nin ve Emperyal güçlerin bölge üzerinde planladığı çıkarcı ve ayrıştırmacı politikalar sonucu sorunlar yumağı olan bölgemizde ayrılıkçı tohumlar ekilmiştir. ABD yıllar boyu kışkırtıp destek vererek kanlı terörü ve teröristleri eğitmiştir.
Bu günde yeni oyununu tezgâhlamış ve AKP’li hükümet eliyle sahneye koymak istemektedir.
Bu nedenle ülkede bir yanda düne kadar ismini anarken sıtma nöbetine girenlerin; şimdilerde ağzından düşürmediği “Kürt Açılımı” tutmazsa “Demokratik Açılım”(!)” kavramları ne yazık ki AKP’nin samimiyetsizliği ile ciddiyetini kaybetmiştir.
Diğer yanda değişik adlarla kurulan ve bu gün parlamentoda DTP olarak temsil edilen Kürt partileri, dillerine doladıkları samimiyetsiz ve inançsız “Demokrasi, Barış ve Kardeşlik” söylemine “Öcalan” tapınmaları eklenince çözüm sulandırılmıştır.
Varlığını Öcalan’a endekslemiş bu siyasi partinin halka karşı kullandığı kışkırtıcı söylem uçurumu derinleştirmektedir
Bu gün çözümün muhatabının “Abdullah Öcalan” olduğunu söyleyen DTP’ liler, her dakika terörist başına “Sayın Öcalan” diyerek saygınlık kazandıracağını sanıyorlar.
Bu arada provokatörler sürekli olarak “SAYIN ÖCALAN” dedikçe insanlar sinirlenip kızıyor.
Vallahi ben çok doğru ve haklı buluyorum. Bu nedenle de sinirlenmiyorum.
Çünkü bizim ülkemizde: sapkınlıkları raporlarla tescillenmiş, küçük kızlara tecavüz edenlere de, parası bol olduğu için utanmadan sübyancılık yapanlara da “SAYIN” diyorlar.
Yine, medyumlukla, falcılık ve büyücülükle, “Cinler” ordusuna sahip olduklarıyla ünlenen, TV’de canlı yayında karşısına çıkanlara tekme tokat saldıranlara da “SAYIN HOCAM” diyorlar.
Etrafınıza şöyle bir bakın; düne kadar açlıktan nefesi kokan, bu gün iktidar olanaklarıyla devleti talan eden ve haksız kazanımlarıyla ihtişam içinde yaşayan ne kadar namus ve vicdan fakiri sefil insan varsa onlara da “SAYIN” diyorlar.
Ayrıca “Mafya babalarına” da “SAYIN” diyorlar.
Bu nedenle Öcalan da “SAYIN” olabilir…
Ama bu insan müsveddelerinin hiç birisi “SAYGIN” olamaz…
Gelelim asıl konumuza:
Bu arada “Terörün kökünü kurutacağız…” diyerek, teröristi koruyup kollayanları ve onlara yataklık edenleri cezalandırmak için yıllardır devlet eliyle kullanılan baskı, şiddet ve yıldırma politikalarının iflas ettiğinin artık daha geniş kesimlerce de anlaşılmış olması önemlidir.
Türkiye Cumhuriyeti, farklı etnik kimliklerin birliğinden oluşmaktadır. Ve anayasal tanımlamasında halkına; çoğunluk mutabakatı ile “Türk Milleti” denmektedir.
Ancak yıllarca Kürt halkına büyük haksızlıklar yapılmıştır.
Çünkü bünyesinde farklı etnik kimlikleri barındıran bir ülkeye yapılabilecek en büyük kötülük; bir ırkın ve tek bir kültürün üstünlüğünü, saygınlığını ve önemini belirten, anlatan ve diğerlerini yok sayan, görmezden gelen ve aşağılayan anlayıştan gelmiştir.
Anlaşılamaz ve kabul edilemez bir mantaliteyle devleti buna göre yönlendirip şekillendirmek ve diğer etnik unsurları görmezden gelmek çağdaş dünyada kabul edilemez.
Bu koşullarda kanun önünde eşit olmanın da bir anlamı olmaz. İnandırıcı ve güven verici olmaz. Bu gün geldiğimiz durum bunun ispatıdır.
Oysa tarihimiz ve kültürümüz bu tür korkulara da komplekslere de kapılmayacak kadar güçlüdür.
Ne yazık ki bu gün geldiğimiz noktada AKP’nin aldığı talimatla belirsizliği çözüm diye dayatması sonucunda ciddi bir darboğaza girmiş durumdayız.
MHP, ise son yıllarda terk ettiğini sandığımız ırkçı ve şoven politikasına geri dönmüştür. Çünkü bu politikanın ona siyasi kazanç sağlayacağını bilmektedir. AKP’nin antitezi olmak için tüm uzlaşılara kapısını kapatmaktadır.
Yılardır laiklik ekseninde CHP ve AKP arasında yürütülen siyasete bu sefer milliyetçilik ve etnik temelde MHP talip olmuştur.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ı, oynanan oyunu deşifre ettiği için haklı bulmakla beraber; çözümsüzlüğe talip olduğu ve sosyal demokrat anlayışa uygun projelerden uzaklaştığı için anlamakta zorluk çekiyoruz.
CHP ve Deniz Baykal’ın, MHP’nin ardında; şovenizmi pompalayan ve sosyal demokrasiye yakışmayan, ötekileştirmeye prim veren politikaları savunmaya ve çözümden kaçmaya hakkı yoktur.
Kürt sorununu gerçek anlamda ancak ve ancak…“Sol-sosyal demokrat” bir anlayış çözebilir. Her ne kadar bu anlayışı temsilden uzaklaşmış olsa da bu günkü koşullarda bu görev CHP’ye düşmektedir.
İnsan haklarına saygı çerçevesinde ülkenin bölünmez bütünlüğünü savunmak, ABD ve Emperyalist işbirlikçilerin tezgâhını bozmak en başta CHP’nin görevidir.
ABD projesi olduğu herkesin malumu olan AKP’nin (analar ağlamasın) söylemi ile sloganlaştırdığı; ancak kapalı kapılar ardında ne tür pazarlıklar yaptığı bilinmeyen ve bu nedenle güven vermeyen Tayip Erdoğan’ın elinden infilak edecek olan bu bomba alınmalıdır.
Kürt Sorununu; ancak ve ancak “Kürt ve Türk” halkı vicdanlarıyla, yüreklerindeki insan sevgisiyle, bu güne dek öğretilen ezberlerini bozarak ve samimiyetle duygudaşlık yapıp aynı zamanda özeleştiri yaparak çözebilir.
AKP ve Tayip Erdoğan da gerçekten çözümün parçası olmak istiyorsa; ne yapmak istediğini, nasıl yapmayı düşündüğünü, amacını ve nihai hedefini ve kimleri muhatap alacağını açık açık halka anlatır.
Hâlâ onlarca vatan evladının her gün kanlı terör örgütünce şehit düşürüldüğü bu ortamda insanların sabrını zorlamaz ve sinir katsayılarına tavan yaptırmaz.
Annelerin acıları istismar edilerek kahraman olunamaz. Kimse kusura bakmasın ama oğlum olmadığı için Allah’a yüz bin kere şükrediyorum.
Sevgili Dostlar,
Yıllardır Kürt halkına gerçekten çok haksızlık yapıldı. Haksızlığın bir yana bırakın resmen hukuksuzluk yapıldı. Yapılan hataların en basitini en sıradanını anlatmak için sizlere kendi yaşamımdan iki örnek vereceğim:
Yazdıklarım yani yaşadıklarım samimiyet ve iyi niyetle okunur ve empati yapılırsa Kürt kardeşlerimize farkında olarak veya olmayarak ne büyük haksızlık, hukuksuzluk, saygısızlık hatta vicdansızlık yapıldığını daha iyi anlarız.
ÖRNEK 1-
Ben 9 yaşına kadar Malatya’da, adına “İmparatorluk” denen; gerçekten çok modern tesislerin olduğu Sümerbank’a ait lojmanlarda büyüdüm. 1956 yılında babamın memleketi olan Elazığ’a taşındık.
Elazığ’a 45 km uzaklıkta olan ve bir dağın eteğinde elektrik üretmek için kurulan Hazar Santralındaki 15 lojmandan birisinde oturmaya başladık.
Lojmanlar tek katlı ve bahçeliydi. O günün koşullarına göre de modern yapılardı.
Bulunduğumuz yerin 5 km sağında “Dere Boğazı” adında bir Kürt köyü, sol yanında da 7 km uzakta “Kürdemlik” adında yine başka bir Kürt köyü bulunuyordu.
Bu köylerde o güne dek okul yokmuş. Santralle birlikte 15 lojmanda yaşayanların çocukları için bir de ilkokul yapılmış…
Birleşik sınıflı bir okuldu, 2 öğretmenle dersler başladı.
Bizler toplam 10–15 çocuktuk. Evlerimizle okulun arasındaki en fazla 700 metrelik mesafeyi bile santralin arabasıyla gidiyorduk.
Okul açıldıktan kısa bir süre sonra o köylerin çocuklarının da bizim okulumuza geleceği öğrenildi.
Tüm aileler bu karara karşı çıktılar. Kendi çocuklarıyla Kürt çocuklarının aynı okulda olmasını istemiyorlardı. Hangi hak ve yetkiyle bu densizliği yapabilmişler hâlâ şaşarım!..
Sonunda Kürt çocukları da okula gelmeye başladı. Bu çocuklar o kadar mesafeyi karda kışta yürüyerek geliyorlardı. Yaş farkları çok olmasına karşın kız erkek hepsi 1. sınıf olarak sınıfın arka kısmındaki sıralara üçer beşer sıkışarak oturtuldular.
Hiçbirisi tek kelime Türkçe bilmiyordu. Bizler de Kürtçe bilmiyorduk. Ayrıca bizlerle kıyaslandığında üstü başı dökülen bu çocukların; saçları taranmamış ve kirliydi. Hepsinin elleri soğuktan ve kirden kerme tutmuştu. Çıplak ayaklarında siyah lastik vardı.
Lojmanda oturan çoğunluğu Ankara veya İstanbul’dan gelmiş mühendis hanımları kısa sürede kıyamet kopardılar.
Çünkü hepimiz bitlenmiştik. Suçlu Kürt çocuklarıydı. Hatta onları okula alan ve biz seçkin “Beyaz Türklerle”(!) aynı ortama sokan öğretmendi.
Annelerimiz okulu bastı. Dil bilmeyen, gördükleri muameleden ve ilgisizlikten zaten sinmiş olan o çocukların hışımla üstlerine yürüyüp, isimlerini bile bilmediğimiz mavi boncukla örülmüş saçları olan birkaç kızı kolundan tutup öğretmene göstererek haklılıklarını kanıtladılar.
O günden sonra bir hafta kadar iki köyün çocukları da okula gelmedi. Anlaşılan bitlerden kurtulmadan gelmeleri yasaklanmıştı. Bu arada sürekli olarak ailelerimiz bizlere; onlara sokulmamamızı, konuşmamamızı, onlardan her türlü hastalık ve mikrop kapabileceğimizi tembihliyordu.
Şahsen ben bu çocuklarla 2 sene birlikte okudum. Bir tekinin ismini öğrenmedik. Çünkü onlar yok hükmündeydiler. Öğretmen bile onlara farklı davranırdı. Her şeyde öncelik bizimdi.
Oysa ben Malatya’da 1. sınıftaki arkadaşlarımın ismini biliyor ve hepsini anımsıyordum
Hatta bu gün bile o zaman Sümerbank’a bağlı olan Malatya Basma Fabrikası’nın müdürünün kızı olan Serap’ın makam otosuyla okula gelip gidişini ve defterinin arasındaki çikolata baraklarını (yaldız) derdik, bizlere lütufmuş gibi verişini ve parlak rugan ayakkabılarını anımsıyorum.
Ne yazık ki 2 sene birlikte aynı sınıfın içinde ders yaptığımız bir tek çocuğun ne ismini öğrendik ne de yüzlerini anımsıyorum!!!
Tek anımsadığım olay o çocukların gözleri: Yıldızlar kadar parlak simsiyah güzel gözler... Kızlarınkinde her zaman bir korku, utanma, mahcubiyet ve çekingenlik olurdu. Erkek çocuklarında ise çoğunlukla öfke ve nefretin kıvılcımları görülürdü…
Santralin faaliyete geçmesiyle her iki köyden erkekler işe alınmıştı. Bizim eve peynir, pestil, orcik (cevizli sucuk) getirdiler. Çünkü her şeye rağmen babam onların hemşerileriydi ve onları işe babam aldırmıştı.
Kısa bir süre sonra babam vasıtasıyla lojmanda yaşayan bu seçkinci kitleyi sırayla köylerine davet ettiler.
Dere Boğazı’ndaki Kürtler, bu itibarlı misafirlere kuzu çevirdiler.
Kocaman kenarları işlemeli pırıl pırıl kalaylı bakır sininin (tepsi) içindeki o muhteşem görüntü ve yayılan mis gibi koku: o güne kadar iğrenerek baktıkları insanları unutturdu.
Önlerine ne konduysa silip süpürdüler. Eve dönerken herkesin elinde bir sepet dolusu meyve, dut kurusu, pestil ve orcik vardı. Ve kimse bitleneceğinden ya da mikrop kapacağından korkmuyordu.
Benzeri davet Hazar gölünün kenarında kurulmuş olan Kürdemlik’te tekrarlandı. Ancak asla eşit yurttaş olamadılar. Kendilerine hep tepeden bakıldı ve horlandılar.
Artık evlere o günkü tanımlamayla “Kürt Karıları” çamaşır ve temizliğe geliyordu. Nedense o seçkin hanımefendiler, bu tabiri kullanıyorlardı.
Annemde onlar gibi “Bu gün bize temizliğe Kürt Karısı” geldi” derdi. O gün bu gündür Kadına “KARI” diyen zihniyetten nefret ederim.
Bunları neden yazdım biliyor musunuz sevgili dostlar:
Yıllardır o bölgenin insanları kendilerine farklı davranıldığını, ezildiklerini, horlandıklarını ve eşit yurttaş olmak istediklerini, dillerini konuşmak ve çocuklarına kendi isimlerini koymak istediklerini söylediklerinde karşı ses ne diyordu?
“Bu ülkede kimseye ayrıcalık yapılmıyor… Kanun önünde herkes eşit... Kürtlerde okuyor hatta devleti yönetiyor… Bakan bile oluyorlar. Daha ne istiyorlar?
Veya sadece doğuda mı geri kalmışlık var? Gelsinler bizim…… bilmem nereye; daha beteri buralarda var!..”
İşte burada herkes objektif olmak ve gerçeği görmek zorundadır.
İnsan olana, vicdanlı olana, Allah’tan korkana, namuslu olan herkese soruyorum:
Sizlerin çocukları böyle bir muameleye maruz kaldı mı? O okul devletin okuluyken o öğretmen Milli Eğitimin öğretmeniyken hangi hakla bu ayrımcılık yapıldı?
O çocukların ruhlarında yaratılan travmayı düşünebilir misiniz?
Bırakın açlığı, yokluğu, geri kalmışlığı, unutun:
Diyarbakır cezaevinde uygulanan çağdışı işkenceleri, hatta insanlara dışkı yedirilmesini bile anımsamayın…
Kimse kusura bakmasın ama sadece bu ve benzeri muameleyle yetişmiş çocukların bile terörist olma koşulları inkâr politikaları nedeniyle hazırlanmıştır.
ÖRNEK 2-
Elazığ’da başı açık gezen ve japone kol giyen anneme ve okula giden bizlere, akrabalar ne yazık ki tahammül edemiyorlardı.
Çünkü Hacı Bekirgil sülalesinin tüm kadınları örtülü, hatta Palu’da olanlar çarşaflı ve peçeliydiler. Ayrıca kızların okumasına izin verilmiyordu. Oysa babam beni okutmak istiyordu.
Bize yine yol göründü. Babam yeniden Manisa Sümerbank Fabrikasında işe başladı.
Yine lojmanda oturuyorduk. Fabrika müdürü Malatya Sümerbank’tan geldiği için babam ve annemi tanıyor ve çok seviyorlardı. Her akşam bir ailenin evinde toplanır kadın erkek “Amerikan pokeri” oynarlardı.
Cumartesi geceleri de fabrikanın lokalinde yemekli müzikli-danslı toplantılar olurdu.
Bu toplantılardan birinde yanılmıyorsam ticaret şefi olarak görev yapan bir bey; “Kazma” desem daha uygun olacak, o kadar kalabalığın içinde babama; “Sait Bey, siz Kürt’lerin kuyruğu varmış, sizin kuyruğunuz hâlâ duruyor mu, yoksa siz kestirdiniz mi?” diyerek çirkin ve iğrenç bir espri yaptı.
Ben ortaokula yeni başlamış ve artık kendimi genç kız sanıyordum. Utancımdan yerin dibine girdim!.. Babam, Ömer Şerif’e benzeyen uzun boylu Anadolu tanımlamasıyla “sırım gibi” çok yakışıklı bir adamdı.
Bu aşağılayıcı ve mesnetsiz söz tüm havayı bozmuştu. Babam elini kaldırıp adamın suratına sert bir ifadeyle bakınca durumu anlayanlar adama sert çıkmış ve özür diletmişlerdi.
Artık ne özür ne telafi etmek için söylenen sözlerin önemi vardı. Çünkü herkes hatta ben bile bu sözlerle birlikte babamın poposuna bakmıştık.
Ben arkadaşlarımın yanında utanmış ve ezilmiştim. O gece yatağımda hem çok ağladım hem de kendi popomu kontrol ettim; acaba gerçekten bizde kuyruk mu var diye?
Oysa bu tür şakaların yapılamasının bir sebebi vardı: Bakın şu sözler sizlere bir şey ifade ediyor mu?
“Kürde eşek demişler, eşek duymuşta kederinden üç gün arpa yememiş.” Bir başka sözde:
\'Yarab Kürdü mert eyle, ayağını dört eyle, ya eşeği Kürt eyle, ya Kürdü eşek eyle\' gibi.
Manisa’da yaşanan bu olayda beni şaşkına düşüren durumsa bizlere “Kürt” denmesiydi. Oysa Elazığ’da “Hacı Bekirgil” sülalesinden olan babamın bir tek akrabası bile Kürtçe bilmiyordu.
Orada kaldığımız sürede ne anne tarafı olan “Miktadgiller’de” ne de baba tarafında kimse Kürt olduğumuzu söylememişti.
Ayrıca ne Elazığ’da, ne Palu’daki akrabalarda tek kelime Kürtçe duymadığım gibi son derece muntazam Türkçe konuşurlardı. Ben bu çelişkiyi bir türlü anlayamıyor ama asla anne ve babama soramıyordum.
Ayrıca Hazar santralinde otururken gerçek Kürtleri görmüş ve tanımıştık. Onlar yok hükmündeki insanlardı. Bizi onlarla bir tutmuşlardı (!) bu çok ağrıma gidiyor ve utanıyordum.
Bu nedenle bana nereli olduğumu soranlara doğum yerim olan Malatya’yı veya annemin memleketi olan Erzurum’u söyledim uzun süre.
Sadece yapılan bu şaka bile bende uzun süre travma yarattı. O adamdan nefret ettim. Bu şakayı yapmaya kalkan arkadaşlarımı dövmek hatta olanak bulsam yok etmek istedim.
Üç sene sonra oradan ayrıldık bu söz unutuldu ama ben hiç unutamadım. Pavloğun köpeği gibi babam arakasını döndüğünde gözüm hep poposuna kaydı ve bu olayı anımsadım.
Bu arada artık bizlere “Kürt” denmesine de alışmıştık. Çünkü birçok insan Anakara’dan öte yaşayanları böyle tanımlıyordu.
Ayrıca ben, sol ve sosyalist düşünceyle erken tanıştığım için artık gururla babamın Kürt olduğunu söylüyordum.
Bu sefer de bana inanan yoktu çünkü tek kelime Kürtçe bilmiyorduk!..
Elazığ Palu’daki Kürtlerin çoğunluğu “ZAZA” olduğu için uzun yıllar kendimizi Zaza kabul ettim.
Babamı Bursa’da “Kürt Sait” olarak tanıdılar. Bu gün Elazığlılar derneğinde çoğu kendisine “Baba” diye hitap eder ve bana da “Kürt Sait’in kızı” derler.
SONUÇ:
Herzman Türklüğü ile onur duyan ve böbürlenen annem Erzurum’ludur ve Ahıska Türküdür.
Elazığ’da kaldığımız sürece “Beyaz Türk” olup Manisa ya gelince “Kuyruklu Kürt” denen ve Bursa da “Kürt Sait” olarak kabul edilen babam da öz be öz TÜRK çıktı…
Yıllardır okuyup batıya gelen ve bizlerle teması olan tüm akrabalar benim “Biz Zazayız” diyişime kızıp köpürüyor ve kendilerini aşağılanmış hissediyorlardı.
Kürt olmadıklarını ispat için on türlü örnek veriyorlardı. Ama bana kim sorarsa inatla “Biz Zaza’yız” demeye devam ediyordum.
Tâa ki araştırmacı yazar kuzenim Bekir Ali Demirel’in bilgi ve belgelerle gelip babamla da adeta röportaj yapar gibi saatlerce çocukluğuna kadar inerek konuşmalarıyla konu netlik kazandı.
Aslımız, KUMUK Türkleriymiş...
Sülalemiz, Dağıstan’da Koysu (Sulak) nehrinin kollarından birinin kıyısında yer alan Temiraul’lu Hac-Beko gil’dir (Hacı Bekir gil).
Hac-Beko gil, değirmen işletmiş; hayvancılık, at besiciliği yapmış, ticaretle uğraşmışlar.
Hac-Beko gil, hem Miçigisliler (bir Çeçen sülalesi), hem Çegem’liler (Karaçay Türklerinden), hem Kabardeyler’in “Nırh” sülalesi (Nalçik yakınlarından) ile kız alıp vererek akrabalık tesis etmişler.
Hac-Beko gil, 1722’de Rus Çarı I. Petro’nun Dağıstan’a girmesine karşı çıkan Dağıstanlılar arasında yer almış ve Ruslar ile savaşmışlar.
O Tarihte sülalenin başında bulunan Albek (Ali Bey) Bu arada, Albek’in torunu Bekir (Sülalemizi Anadolu’ya ve Palu’ya getiren büyük dedemiz).
Şurası muhakkak ki; Kuban boylarının Ruslar tarafından istila edilmesini müteakip, Erzurum Eyaleti-Bayburt Vilayeti’ne 1785–1787 arasında göç etmişler.
Hacı Bekirgil’in en geç 1787’de o zamanların Bayburt vilayetine geldikleri, bir su kenarına yerleştirildikleri ve burada bir değirmenle han yapıp işlettikleri bu gün bile biliniyor.
1828–1829 Rus işgali, Tercan’a kadar ilerleyince bu işgal sebebiyle sülalemiz
Rusların 1829’da çekilmesi ve Hacı Bekir’in vefat üzerine Anadolu’ya gelenler, üçe bölünmüş, bir kısmı geriye Erzurum’a dönmüş, bir kısmı Halep’e göç edip yerleşmiş, Hacı Bekir’in oğulları ve kızları ise Hacı Ali önderliğinde Palu’ya yerleşip kök salmıştır
Şimdi bunları neden yazdığımı merak edenler vardır.
Bazıları çocukken babasına “Kuyruklu Kürt” denmesinden utandığı için şimdi “Türk” olduğunu ispatlayıp mutlu olduğumu sanabilirler!..
Ama böyle düşünenler oldukça yanılıp hayal kırıklığına uğrarlar...
Çünkü etnik köken üzerinden yapılan ve ötekini hor gören tüm ilkel ve bağnaz anlayışlara karşı yıllardır mücadele veren bir insan olarak Türk soylu olmam bana ne üstünlük ne de haklılık verir.
Ayrıca bu tür çocukluk komplekslerimi yeneli yarım asır oldu. Allah yenemeyenleri ıslah etsin…
GERÇEK:
Benim bizzat yaşadığım bu iki örneği açıklamamın amacı herkesin empati yapabilmesi içindir.
Çünkü karşınızdaki insanların ne düşünüp ne hissettiklerini anlamadan, onlara yapılan haksızlıklardan ve yıllardır süren inkâr politikasından ve baskıcı uygulamalardan dolayı bir özeleştiri yapmadan sorunu kavramak ve çözmek mümkün olmaz.
Yine “Bizlere haksızlık yapıldı. Bizler ezildik, horlandık ve onurumuzla oynandı, kimliklerimiz ve kültürümüz yok sayıldı” diyerek, ABD maşası kanlı terör örgütü PKK’ya destek vermek ve sorunların çözümünde tek muhatabın İmralı olduğunu iddia etmek sorunu çözümsüzlüğe götürmekten başka bir şeye yaramaz.
Siyaseti ucuzlaştırıp kan üzerinden fayda ve çıkar sağlamak da hiçbir vicdana sığmaz.
Ayrıca kimse unutmasın ki.
Hoşgörü öyle bir dildir ki; Sağır işitebilir, kör de okuyabilir.
SON NOT:
Yaşadığımız sel felaketi ne kadar gelişmiş bir ülke (!) olduğumuzu hepimize bir kez daha kanıtladı. Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde bu manzaraları görmek insanın canını acıttığı kadar utandırıyor da…
Rant uğruna dere yataklarını imara açan, kıyı yağmacılığına göz yuman kan emicilerin hepsine ağız dolusu bir Yuuuh diyorum… Ve ölenlerin ailelerine başsağlığı ve sabır diliyorum.
Ve Vatan Gazetesi yazarı Necati Doğru’nun köşesinden yaptığım alıntı ile bitiriyorum.
“Hayatın önümüze koyduğu fotoğrafı gördünüz mü? İbret dersiyle dolu: Elitist-jakoben (halktan kopuk anlamında) diye küçümsedikleri Deniz Baykal, çıkartmış lacivert ceketini, krem rengi kravatını, itfaiyeci çizmelerini giymiş, Ayamama Deresi çamurunda halkın seviyesine inmiş, dert dinliyor.
“Beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık bu yağmurda” diyerek Başbakan olmuş gerçek halk çocuğu Tayyip Erdoğan ise helikopterde; “derenin intikamı acıdır” diye havadan nutuk söylüyor.”
Güler Buğday.
|