12 Eylül Faşist Darbesi bu ülkede çok canlar yaktı, çok yuvaları yıktı, unutulması mümkün olmayan acılar verdi ve travmalı bir toplum yarattı. 2014 yılına geldiğimizde ne yazık ki faşizmin farklı bir versiyonu sahneleniyor. Yine hukuk katledilmiş ve keyfi bir yönetim insanları tutsak almış. Yani şimdi de insanlar ihanet tutsak. 12 Eylül herkeste farklı ama acı veren, unutulması imkansız olan izler bıraktı. 12 Eylül insanlık dışı fiziki işkenceyi ve vahşeti keyfi ve suçsuz yere tutuklayıp hatta bir kısmını katlettiği insanlara yaşatmadı. Bu ceberut ve ilkel anlayış en az içerdekiler kadar dışarıdaki insanların yaşamlarını da mahvetti. O insanlar da acıyı bal eylediler. Aşağıda 12 Eylül Faşizmini anlatan “Annemin de Başını E zerler mi?” romanımdan bir bölümü bu gün sizlerle paylaşmak istedim.
Dalga dalga aydınlık oldular,
Yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine
Beyazıt’ta şehit düşen
Silkinip kalktı kabrinden,
Ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
Yıktı Şahmeran’ın mağarasını.
Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
Bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.
MAMAK’TA GÖRÜŞ BEKLERKEN
Nazmi ve Gülgün, gece on iki otobüsü ile Ankara’ya hareket ettiler. Yol boyunca hiç uyumamış, sabaha kadar konuşmuşlardı. Otobüs bir kavşağa yaklaşırken Nazmi arkadaşını uyardı.
– Hazırlan bacım!
– Burada mı iniyoruz arkadaş? Saat sabahın beşi, her yer karanlık. Ne yapacağız bu saatte?
– Burada inmek zorundayız. Yoksa terminalden buraya nasıl geliriz? Hem çok uzak, hem geç kalırız. Sıraya erken girersek görüşme şansımız artar. Zaten millet şimdiden yığılmıştır kapının önüne.
– Çok soğuk arkadaş. Ankara’nın bozkırında sabah ayazı çok keskin vuruyor insanın yüzüne. Nazmi, dışarıda mı bekleyeceğiz?
Ankara’nın dışında bir bozkırda, meşhur Mamak Askeri Cezaevi. Çevresi duvarlarla, tel örgülerle çevrilmiş. Her yerde nöbetçi askerler göze çarpıyor. Ellerinde tüfekler, bellerinde kasaturalar. Çevrelerini sürekli tarayarak, kuş uçurtmaksızın görevlerini yapıyorlar. Yerlerde kar kalıntıları, buzlanmış su birikintileri. Soğuk dayanılacak gibi değil.
Gülgün’le Nazmi paltolarına sarınmış, büyük giriş kapısına doğru yürüyorlardı. Sabah karanlığı dağılmak üzereydi. Gördükleri manzara ikisini de şaşırttı. Kapının önü, duvar dipleri, her yer bekleşen insanlarla doluydu. Müthiş kalabalıktı. Miting meydanlarında toplanan insanların tavırları vardı bekleyenlerde. Yüzler öfkeli, acılı, endişeliydi. Minibüslerden küme küme insanlar iniyor, hepsi de aynı yöne, “Nizamiye” kapısına doğru yürüyordu.
Gülgün, gördüklerinden çok etkilenmişti.
– Nazmi, hadi biz dışardan geldik diyelim. Buradakilerin hepsi de bizim gibi başka yerlerden mi geldiler ki bu saatte, bu ayazda bekliyorlar? Olaya bak! Küçücük çocuklar, kundakta bebeler bile var. Çoğunun sırtında ne bir palto ne bir kaban! Sefalet be arkadaş! Tam bir çile! Boşuna demezler ya, ana olmak başkadır diye. Baksana, çocuklarını soğuktan koruyabilmek için kendi hırkalarını sarmışlar yavrucaklara. Duvarı çocuklarına siper yapıp vücutlarını da ayaza kalkan etmişler. Gazel gibi titriyor kadıncıklar.
– Haklısın bacım. Bu ülkede kadın olmak gerçekten çok zor. İçerdekilere mi yansınlar, yoksulluk ve çaresizliklerine mi, çocuklarının durumuna mı? Hele yaşlıların hali iyice kötü. Çoğu ayakta beklemeye gücü yetmediği için karlı toprağa oturmuş. Yüzlerinde sadece endişe ve acı var. Bunları görünce insan ister istemez düşünüyor; kim daha çok acı çekiyor acaba? İçerdekiler mi, dışarıda bekleyenler mi?
– Kapıdaki askerler ne dedi? Ne zaman görüştüreceklermiş bizi?
– Kapıdakiler hiçbir şey bilmiyorlar! Görüşme olup olmayacağını bile bilmiyorlar! Mesai başlayınca içerden haber vereceklermiş!
– Ciddi misin sen! Yani içerdeki beyler izin vermezse, bu soğukta saatlerce bekleyen insanlar geri mi dönecek?
– Bilmiyorum bacım, gördün ya, içeri sokmuyorlar. Camdaki küçücük bölümden bekleyin dediler. Zaten herkes bekliyor baksana. Alışmışlar anlaşılan!
Gün ağardıkça kalabalık büyüyordu. Minibüslerden ya da özel arabalardan inenler yeni kümeler oluşturuyor, büyük kalabalığa ekleniyordu. Özel araçlardan inenlerin giyim kuşamları daha düzgündü. Erkeklerin sırtlarında paltoları, başlarında şapkaları, boyunlarında atkıları, kadınların omuzlarında şalları vardı. Ama hepsi mutsuz görünüyordu. Onların da yüzleri ötekiler gibi acı, endişe, kahır doluydu.
Ortalık ağarmış, cezaevinin önü iyice kalabalıklaşmıştı. İnsanlar birbirleriyle ilgilenmeye, gözleriyle selamlaşmaya başlamışlardı. Gülgün soğuktan donacak gibiydi. Burnu sürekli akıyor, hiçbir şey hissetmiyordu. Çevresine baktığında herkesin aynı durumda olduğunu gördü. Mendili olmayanlar burunlarını tutup akıtıyor, sonra da parmaklarını duvara, bir ağaca ya da toprağa siliyorlardı.
– Nazmi, vallahi dondum arkadaş! Ayak parmaklarımı hissetmiyorum. Böyle ayazda bekleneceğini bilseydim kalın çorap giyer, başıma da bir şey alırdım. Saat kaç oldu?
– Yediyi yirmi geçiyor. Ne sanıyordun bacı! Bizi içeri buyur edip maroken koltuklarda mı ağırlayacaklardı! Halimizi hatırımızı sorup çay kahve mi ikram edeceklerdi?
– Saçmalama arkadaş! Diyelim ki içerdeki insanlar suç işlediler, cezalarını çekiyorlar! Peki bekleyenlerin suçu ne? Ana baba olmak mı? İçerdekinin karısı, kızı, kardeşi olmak mı? Dünyadan bile habersiz zavallı, masum çocuk olmak mı? Bu eziyet insanlık suçudur arkadaş. Bu olayı demokrasiyle, insan haklarıyla nasıl açıklarsın bana? Ülkede barış ve kardeşliği tesis edeceklermiş! Bok ederler!.. Şurada iki saatte yaşadıklarımı ömrümün sonuna kadar unutamam. Şu çaresiz yaşlılara, incecik hırkalarıyla bebelerini korumaya çalışan perişan analara bak! Elleri ayakları donan, babasının neden burada tutuklu olduğunu bile bilmeyen zavallı çocuklara bak! Bütün bu insanlar, kendilerine bu eziyeti yapanlarla barış ve kardeşlik içinde yaşayabilecekler mi? Sen bu zulümü uygulayanlarla barış yapabilir misin Nazmi?
– Delirdin mi bacım? Sonu ne olursa olsun, isterse assınlar ama ben bu faşist zihniyetle barış içinde olamam arkadaş.
-– Ben de bunu anlatmaya çalışıyorum. Çok yanlış yapıyorlar. Bu insanlıkdışı uygulamalar toplumu derinden sarsıp birleştirici değer yargılarını yok edecek. Sana bir şey söyleyeceğim ama şaşırma. Şu an burada bekleyenlerin yüzde yirmisinin sağcı, yani faşist tutuklu yakını olduğunu varsayalım. Bana sorarsan bu zalimliği onlar da unutmayacaklar. Vatan millet edebiyatıyla uyutulduklarını, sonunda nasıl kullanılıp kandırıldıklarını anlayacaklar. Kimlerin yönlendirmesiyle kardeş kanı döktüklerini görecekler ve bunun hesabını sorup bedelini isteyecekler! Kendi sırtlarına basarak yükselen sırtlanlardan hesap soracaklar... Bu hesaplaşmayı, bu yüzleşmeyi beceremezlerse, daha da yanlış birer insan modeli olarak katılacaklar topluma.
Gülgün çevresindekilere aldırmadan, kimseden çekinmeden konuşuyordu. Etraftan duyulup duyulmayacağını hiç düşünmemişti. Ateş isteme bahanesiyle yanlarına yaklaşan iki bayanın uyarısı üzerine ne büyük bir hata yaptığını anladı. Bayanlardan biri Gülgün’ün uzattığı çakmaktan sigarasını yaktıktan sonra alçak sesle konuştu.
– Aramızda sivil polisler, muhbirler kol geziyor! Dikkatli olun! Konuşmalarınızı istemeden duyduk, anladığım kadarıyla siz de bizim gibi solcusunuz. Ancak iyice tanımıyorsanız, burada kendisini solcu olarak tanıtanlarla bile konuşmayın!
Söylenenleri Nazmi de duymuştu. Bayanlara dikkatle baktı. Sigara yakanın üzerindeki astragan kürkü görünce tepkisini dışa vurdu.
– Peki sizin dost olduğunuzu nereden bileceğiz? Belki de ağzımızdan laf almaya çalışıyorsunuz! Ben buraya bu kadar lüks arabayla gelebilecek, böyle pahalı kürkler giyebilecek solcu tanımıyorum!
Nazmi’nin sözlerine bayanlardan çok Gülgün şaşırdı. Arkadaşının malum saplantısı yine depreşmişti. Nazmi zenginlerin, tuzu kuruların gerçek solcu olamayacağı görüşündeydi. Bu şık ve bakımlı bayanları görünce kendini tutamamıştı. Fakat o Nazmi gibi düşünmüyor, olaylara şekilci gözle bakmıyordu. Sol onun için bir varoluş, bir dünya görüşü ve yaşam biçimiydi. İnsanı öne alan, devleti kutsamayan, sömürüsüz, eşitlikçi, özgür, çağdaş, laik ve ilerici bir anlayışa sahip olmak demekti. Arkadaşının hatasını onarmak için atıldı.
– Kusura bakmayın dostlar. Yaşadığı olaylar arkadaşımı çok sarstı. Yakınlarını kaybetmekten dolayı morali bozuk. Sizleri kırmak ve incitmek istemedi.
Kürklü bayan gülümseyerek karşılık verdi.
– Önemli değil. Arkadaşınızı anlayabiliriz. Biz de bu uğurda çok kayıplar verdik. Yalnız biz yoksulluğa değil, toplumun varsıllığına talibiz. Bir avuç insanın sömürüsü altında yaşamak zorunda bırakılan bu halkın kaderini değiştirmeye talibiz. Üstümdeki kürke gelince, benim için anlamı çok büyük. 12 Mart’ta aranırken, yurtdışına kaçmadan önce evimde saklanan bir arkadaşımın, Rusya’ya yerleştikten sonra Almanya üzerinden gönderdiği çok değerli bir anı. Hem bedenimi soğuktan koruyor, hem de bana direnme ve dayanma gücü veriyor. Devrimci mücadele uğruna ölenleri, yurtdışında yalnız, vatansız ve kimliksiz yaşamak zorunda bırakılan insanları anımsatıyor. Onların sevgileri içimi, bu kürkse bedenimi ısıtıyor. Sanıldığı kadar da pahalı değil.
Nazmi çok utanmıştı. Ne halt ettim diye düşünüyordu. Patavatsızlığını telafi etmek için bayana döndü.
– Bacım, demin söylediklerimden dolayı özür dilerim. Kusura bakmayın. Yaşadıklarımdan dolayı öyle şaşkınım ki sapla samanı karıştırır oldum. Nerden bilebilirdim sizin farklı olduğunuzu? Yine de kafam karışıyor. Varlıklı insanların derdi ne ki solcu olup böyle çile çeksinler? Malum, bu ülkede solcuların böcekler kadar değeri yok. Neyse, geçmiş olsun, içerdeki neyiniz oluyor? Herhalde siz de görüş için geldiniz?
– Benim eşim içerde. Hanımefendinin de oğlu.
– Hangi suçtan içerdeler bacım?
Kürklü bayan sert bir bakışla yanıt verdi.
– İçerdeler ama suçları yok beyefendi! Onlar suçlu değil!.. Asıl suçlular, onları haksız, hukuksuz bir şekilde içeriye tıkanlar. Biraz da ben size çatayım! Siz kendilerini bu ülkenin aydınlık bir geleceğe kavuşması için feda eden namuslu ve onurlu gençleri, aydınları suçlu mu görüyorsunuz da, “hangi suçtan içerdeler” diye soruyorsunuz!..
Nazmi iyice mahcup olmuştu. Yardım ister gibi Gülgün’e döndü.
– Gülgün bana ne oldu böyle? Pot üstüne pot kırıyorum. Soğuk beynimi dondurdu galiba.
– Önemli değil dostum. Hanımefendiler durumunu anladılar ve sana espri yaptılar. Sen şu nizamiyeye bir daha sor bakalım, içerdeki beyler ne buyurmuşlar? Kayıt falan yapıyorlar mı?
Kürklü bayan bu kez yumuşak bir sesle araya girdi.
– Siz ilk defa geliyorsunuz herhalde. Biz buralara alıştık. Benim 12 Mart’tan tecrübem var, anlayacağınız kıdemliyim. O zaman da eşimi ziyarete buraya gelirdim. 12 Eylül olunca hemen 12 Mart mağdurlarını topladılar. Eşim ve ben yurtdışında, Danimarka’da tanışıp evlendik. Bir süre orada yaşadıktan sonra yurda döndük. Eşim ODTÜ’de öğretim üyesi oldu. Ben de ihracat yapan bir firmada çalışmaya başladım. Kendimizi demokratik sosyalistler olarak tanımlayabiliriz. Gerisi hepinizin bildiği hikâyeler. 12 Mart’ta beni de almışlardı. Bu sefer ya gerek duymadılar ya da sıra gelmedi. Sözün kısası, biz buralarda saatlerce bekletilmeye, geldiğimiz gibi dönmeye alışığız. Güzel olan tek şey, burada kurduğumuz dostluklar. Kardeşten yakın olduk bazı insanlarla.
Konuşulanları başından beri sessizce dinleyen ikinci bayan söze karışma ihtiyacını duydu. Yapı olarak sakin bir insana benziyordu. Fakat soğuktan ya da acıdan, sesi titriyordu.
– Hanımefendi doğru söylüyor. Bizler kardeşten yakın olduk. Onun bana ve oğluma gösterdiği ilgiyi kendi yakınlarım, akrabalarım bile göstermediler. Oğlumun amcaları, kendi çocuklarını uzak tuttular bizden, oğlumla görüşmelerini yasakladılar. Bizi acımız ve çilemizle baş başa bıraktılar. Neymiş efendim, onlar Ankara’nın eşrafındanmış! Köklü ve tanınmış bir aileden geliyorlarmış! Siyasilerle dostlukları varmış! Onlara yakışır mıymış devlete ve siyasilere hak hukuk diye kafa tutmak, yanlarında çalışan işçilerle birlik olmak gibi utanç verici, küçültücü işler yapmak! Bu çağdışı düşüncelerle bizleri suçlu ilan ettiler. Yapayalnız bıraktılar. Kocamdan bana ve oğluma kalan malları hileyle elimizden aldılar.
Nazmi’nin içi acımış, öfkesi kabarmıştı. Samimi bir tavırla bayana döndü.
– Ablacığım, herkes büyük bedeller ödüyor anlaşılan. Oğlunuz ne zaman tutuklandı? Kusura bakmayın, demin kendimi yanlış ifade ettim, hangi suçtan diyerek! Amacım oğlunuzun hangi gruptan, hangi siyasi yapıdan olduğunu anlamaktı. Malum, içinde olduğumuz halde bizler bile isimlerini ezberlemekte zorlanıyoruz. Birleşip bütünleşmeyi beceremiyoruz ama bölünmekte üstümüze yok!
– Haklısınız. Ben de oğluma hep sorardım. “Madem hepiniz bu ülke için mücadele ediyorsunuz, öyleyse neden birleşip güçlenmiyorsunuz, neden bölünüp kurda kuşa yem oluyorsunuz?” derdim. “Haklısın anam derdi” ama değişen bir şey olmazdı. Kendisini Devyolcu diye tanımlıyorlar. Benim aklım pek ermiyor, kusura bakmayın. Ama evladım iyidir, merhametlidir.
– Bizim yeğenle aynı siyasetten demek ki. Bizimkini de önce bulamadık, sonra burada gözaltında olduğunu öğrendik. Mamak’a yeni getirmişler. Aylardır işkencedeydi, yeni tutukladılar.
Mesai saati gelmiş, resmi araçlar ana kapıdan girmeye başlamıştı. Arada, her yeri kapalı cezaevi araçları çıkıyordu içeriden. Nizamiye önü ana baba gününe dönmüştü. İnsanlar durmadan bilgi almaya çalışıyorlardı. Soğuktan ve yorgunluktan bitkinleşenler bir köşede çömelmiş, yaşlıların çoğu ise buldukları kâğıt veya gazete parçalarını karlı toprağın üzerine serip oturmuşlardı. İleride, anayola yakın bir yerde simitçi çocuklar belirmişti. İnsanlar nedense onları yanlarına çağırmıyor, kendileri gidip simit alıyorlardı. Saat on bir olmuştu. Kalabalığın uğultusu gittikçe artıyordu. Gülgün yapı olarak girişken olduğu için birçok insanla tanışmış ve hem onların, hem içerdeki yakınlarının kahredici hayat hikâyelerini çabucak öğrenmişti. Bazılarının hikâyesi inanılacak gibi değildi. Şaşırmış, sarsılmış bir halde Nazmi’nin yanına yaklaştı.
– Nazmi, insanoğlundaki sabrın sınırı yokmuş arkadaş! Biz de kendimizi bir halt sanıyorduk. Burada gördüklerim ve duyduklarımdan sonra insanlığımdan utandım. Biliyor musun nerelerden gelmiş bu insanlar? Ülkenin her yerinden! Üç günlük yoldan gelenler bile var. Şunların hallerine bak! Çoğu aç ve çaresiz. Kendi halkını, insanını bu dayanılmaz acılarla kıvrandıranlara lanet olsun! Duvarın dibindeki şu yaşlı kadını görüyor musun, başı siyahlarla sarılı olanı. Ta Silvan’dan gelmiş! Sırtındaki bebeyle eteğine tutunan dört yaşındaki çocuğu öksüz bırakmışlar. İkisi de torunuymuş. Büyük oğlunu kaçmaya çalıştı deyip vurmuşlar. Bir oğlunu alıp götürmüşler, hâlâ kayıpmış. Kocasını 12 Mart’ta içeri almışlar ve öyle işkence yapmışlar ki, çıktıktan sonra böbrek yetmezliğinden ölmüş. Buraya üçüncü oğlunu görmeye gelmiş. Yani bu çocukların babasını...
– Torunlarını niye bu koşullarda yanında getirmiş, anneleri yok muymuş?
– En acıklısı da bu. Burada tutuklu olan oğlunu ararken gelinini de içeri almışlar. Biliyorsun, bunu her yerde yapıyorlar. Gelin alındığında iki buçuk aylık hamileymiş. Gerisini anla artık... Her rezilliği yapmışlar! Hayvanlar gibi parçalamışlar genç kadını. Sırayla!.. Hiç acımamışlar. İnsan mıyız değil miyiz diye düşünmemişler. Yasalardan da, yaratandan da korkmamışlar. Bebek düşmüş. Bu sefer coplarla devam etmişler. “Seni bir hainin piçinden kurtarıyoruz, daha ne istiyorsun?” diye alay edip aşağılamışlar. Tam yirmi gün tutmuşlar içerde. Kızcağız ölümle pençeleşirken kaldırılmış hastaneye. Doktorlar bile korkup rapor vermemiş. Zaten anası babası yokmuş. Ağabeylerinin de kimi içerde, kimi kaçakmış. Yani rezillik diz boyu arkadaş. Bu kadarına insanın inanası gelmiyor. Bu zavallı kadın gelinini hastaneden çıkardığında yarı deli vaziyetteymiş. Evde üç gün ağzını açmadan, tek kelime etmeden yatmış. Çocuklarını, şu küçücük bebeyi bile kucaklamamış. Kanaması hiç durmuyormuş. Yaşlı kadın sabah namazına kalktığında gelinini avludaki ceviz ağacında asılı bulmuş.
– Bacı bacı... Dur kurban olayım, daha fazla anlatma... İçim bulanıyor, başım dönüyor. Bir mendil ver bana, dayanamayacağım, kusacağım. Öğğöööö!..
– Kendine gel dostum, kendine gel! Yaşam çok acımasız. Bir de bu yaşlı kadını düşün, nelere katlanmış ve hâlâ katlanmaya devam ediyor. Analık işte. Taa nerelerden kalkıp gelmiş, çocuklar babalarını, baba çocuklarını görsün de umutlansın diye... Biliyor ki yaşam her koşulda devam etmekte.
– Gülgün bacı, sen de benimle gelip boşuna perişan oldun. Keşke hiç inmeseydin, gidip işini halletseydin, sonra buluşurduk.
– Boşuna mı? Sen ne diyorsun arkadaş! Burada birkaç saatte öğrendiklerimi on üniversite bitirseydim öğrenemezdim! Bundan sonra sanırım çok farklı düşüneceğim. Sadece kitap okumak, sosyalizmi güzel cümlelerle anlatmak veya siyasi jargonu iyi kullanıp ahkâm kesmekle ne devrimci ne de adam olunurmuş! Düşünüyorum da, dünyanın en bilge kişisi bile şu yaşlı kadıncağız kadar insan olabilir mi acaba?
Saat on ikide ana kapıyı açıp kalabalığı içeriye, nizamiyenin önündeki alana almışlardı. Uğultudan kimin kime ne söylediği anlaşılmıyordu. İnsanlar soğuğa ve yorgunluğa alışmışlardı. Herkes adını yazdırıp kiminle görüşeceğini anlatmaya çalışıyordu. Sadece soyadı tutanlar görüşe alındığı için birçok sorun yaşanıyordu. Bazı gruplara görüşme izni verilmemişti. Birçok insan ağlıyor, yalvarıyor, borç harç yaparak üç dört günlük yoldan geldiklerini anlatıyor, içeri alınmaları için görevlileri zorluyordu. Sonuçta değişen hiçbir şey olmuyordu. İnsanlar çaresizlik içinde çırpınıyor, bazen de jandarmalar tarafından itilip kakılarak dışarı atılıyorlardı. Nazmi saat on üçte arabaya alınıp uzun ince bir yoldan mahkûmların kaldığı binalara götürüldü. Gülgün kalabalığın içinde bir saat kadar yalnız beklemişti. Aslında bu ortamda yalnızlık çekmesi söz konusu değildi. Çünkü bu halk onun dostuydu. Yaşamıydı, kaderiydi, tercihiydi.
|