Kısa zaman önce Çağdaş Hukukçular Derneği Bursa şubesi üyeleri, Bursa Emniyet Müdürlüğü beşinci katından atılarak öldürülen Avukat Ahmet Hilmi Feyzioğlu için suç duyurusunda bulundular. Ne yazık ki 32 yıl sonra yapıla bu başvuru “takipsizlikle” sonuçlandı.
Avukat Ahmet Hilmi Fevzioğlu, Bursa’da o günleri yaşamış devrimci, solcu, sosyal demokrat ve tüm namuslu, vicdan sahibi insanların unutmayacağı isimlerden biridir.
Güler Buğday, ‘Anne’min de Başını Ezerler mi?’ adlı 12 Eylül Faşist Darbesini anlattığı romanından bir bölümü darbenin mimarı Kenan Evren’in yargılanmasının başladığı bu gün siz sevgili dostlar ve okurla paylaşıyor:
ANNEMİN’DE BAŞINI EZERLER Mİ?
12 Eylül Cuntası dişlerini acımasızca göstermeye başlamıştı. Darbenin üzerinden günler geçtikçe, yapılanlar su yüzüne çıkıyordu.
Darbeden sonraki günlerde, Bursa’da son derece ciddi olaylar olmuştu. Ancak kamuoyu bunlardan haberli değildi henüz. Birtakım insanların içeri alındığı biliniyor, bazıları hakkında da yeni yeni bilgi sahibi olunuyordu. Olayların biraz geç öğrenilmesinin nedeni; şehrin sosyal ve kültürel yapısında son yıllarda görülen değişim ve hızla artan nüfusuydu.
Bursa son yıllarda hızla sanayileşen ve büyük oranda göç alan bir kent olmuştu. Varoşlar birer Doğu Anadolu kasabasını andırıyordu. Ağırlıklı olarak Artvin, Muş, Erzurum, Kars, Diyarbakır, Siirt, Bingöl illerinden yoğun göç vardı. Ayrıca eskiden beri, Balkan göçmenlerinin ilk adresi Bursa’ydı. Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelenlerin yanında, Yugoslav ve Arnavut göçmenlerin sayısı da durmadan artıyordu.
Balkanlar’dan gelenler, daha bir içtenlikte benimsenip kabul görüyordu. Uyum ve iş sorunlarını çözebilmek için dernekler kuruluyor, parlamenterlerin, belediyelerin ve bazı ekonomik güç odaklarının hizmet yarışından olabildiğince yararlanıyorlardı.
Doğu ve Güneydoğu’dan gelenler için durum farklıydı. Onlar ‘kara’ yapılı, sert ve kavgacı görünümlü,istenmeyen göçmenlerdi! Kent halkıyla kaynaşıp bütünleşmeleri çok zordu. Benimsenmiyorlardı.
Terörün, anarşinin, yozlaşan kültürel yapının sorumluları gibi görülüyorlardı. Oy kaygısı nedeniyle açıkça söylenmese de, toplumda bu konuda oluşmuş ‘zımni bir kanaat’ vardı. İstenmeden gelen, kentin topraklarını yağmalayan, doğasını bozan, her yeri gecekondularla, barakalarla, derme çatma binalarla dolduranlar hep bu ‘kara’ insanlardı! Yemeleri içmeleri, giyim kuşamları da farklıydı! Bozuk ve anlaşılmaz Türkçeleri ile kentin kültürünü yozlaştıran, kirleten ‘istilacılar’ olarak ün salmışlardı!
Fabrikalara, resmi kurumlara eleman alınırken Balkan göçmenlerine sağlanan koruma, kollama ve tercih, ne yazık ki Doğu Anadolu’dan gelen, ağırlıkla Kürt kökenli olan bu insanlara sağlanmıyordu!
Bu insanlar, evsiz barksızdı, eğitimden nasiplerini almadan, sosyal güvenceleri olmadan, bulabildikleri inşaat işlerinde çalışıyorlardı. Yine de, sağ görüşlü siyasilerin emek ve hizmet sunmadan en ucuza elde edebildikleri oy depolarıydılar. Onlar, Bu kente ve bu kentte yaşayan insanların kültürüne, sosyal yaşamına yabancıydılar. Bu insanların evlerinde, okula gitmeyen, eğitilmeyen, işsiz güçsüz, mesleksiz en az yedi sekiz çocukları vardı. Bu insanlar işsizdi, parasızdı, uyumsuzdu, kavgacı ve isyankârdı! Yani potansiyel ‘suçlulardı’!..
Bu nedenle o günlerde suçlu suçsuz ayrılmadan insanların göz altına alındığı bu kaos ortamında öğrenildi bu acı haber.
Romanda bu vahşeti Gülgün öğretmen’in öğrendiği andan bir bölüm:
-Kimi atmışlar? Nerden atmışlar?
– Kimi olacak, Ahmet’i...
12 Eylül’den sonra veya ekim başında, gözaltına ilk alınanlardan TKP’li Avukat Ahmet Hilmi Fevzioğlu’ndan başkası değildi!.. Olay ya çok yeni olmuştu ya da dışarıya yeni yansımıştı!..
– Ablam, sen TKP’li Ahmet’i tanımıyor olamazsın! Gözaltındaydı! Hani şu meşhur beşinci katta, malum şubede sorgudaydı. Duymadın mı gerçekten?
Sözde kendisini aşağıya atmış!.. Bu işe insanlar değil kargalar bile güler!..
“Zavallı Ahmet! Hiç hak etmedin böyle bir ölümü. Böyle bir son, sana değil, sana kıyan cellâtlara, canavarlara yakışır ancak. Rahmetli anneannem, iyi bir insan öldüğünde, Tanrı sevdiği kulunu yanına alır, derdi. Keşke tanrı solcuları bu kadar çok sevmekten vazgeçse!.. Yüce adaletini gösterip, biraz da sağcıları, faşistleri, hele hele darbe yapmaktan yorgun düşen cuntacı paşalarımızı sevse ne olur!.. Ahmet’e en son, darbeden birkaç gün önce Heykel’de rastlamıştım. Senin partin benim partim esprisiyle şakalaşmıştık. Mümkün mü o fizik yapısıyla camdan atlaması? Bu imkânsız. Galiba Kemal haklı söylediklerinde! Darbeciler kana bulaştıkça, kanı kokladıkça, kan gölünü denize, okyanusa çevirmeye başladılar. Bu gidişle 12 Mart’a rahmet okutacaklar!..”
Ahmet, baroya kayıtlı olan, herkesin tanıdığı, sevdiği, saygı duyduğu bir avukattı. En azından sahip çıkacak yasal ve saygın bir sivil toplum örgütünün, baronun kayıtlı üyesiydi. Ona bu vahşeti reva görenler, bu durumda sahipsiz, sıradan insanlara neler yapmazlardı?
Gülgün konuşulanları duymuyor, anlamıyor gibiydi. Ahmet Fevzioğlu’nu düşünüyordu. Uzun boyu, kilolu bir fiziği vardı. Mavi Köşe’de, yani partide yapılan bir toplantıdaki hali canlandı gözlerinin önünde. Siyah deri koltukta bacak bacak üstüne atmış, geriye kaykılmıştı... Birden, “hangi bacağı sakattı?” sorusu geçti zihninden. Sanki bir önemi varmış gibi!..
Legal olmayan partilerde kişilerin konumunu ve titrini tam bilmek olanaksızdı. Ahmet TKP’de mutlaka belirleyici ve önemli bir isimdi. Gülgün’ün aklına soru işaretleri üşüşmüştü. Masaya eğilerek arkadaşlarına sordu:
– Yahu dostlar, anlatıldığına göre bu olay sorgulama odasında olmuş. Yani beşinci katta. Sorguda insanların gözleri bağlı oluyor. O zaman Ahmet, boyundan yukarıda olan o küçücük pencereyi nasıl görmüş olabilir? O cüsseli vücuduyla, sakat ayağı üzerinde nasıl sıçrayıp da aşağıya atlamış olabilir? Bu açıklamayı yapan adamlar milletle resmen dalga geçiyorlar!
Gülgün, masada konuşulanları dinlemek istemiyordu. Beyni ve yüreği bu cinayeti, resmi açıklamaya göre ‘intiharı’ kabullenemiyordu. Sorduğu soruya arkadaşlarının ne cevap verdiğini bile anlamamıştı! Olayın meydana geliş biçimi çok etkilemişti onu. Masadan kalkıp pencerenin önüne gitti. Aşağıdaki daracık sokağa, küçücük dükkânlara girip çıkanlara baktı. İnsanların bu cinayetten habersiz, günlük yaşantılarını hiç değişmeyen bir tekdüzelik içinde sürdürmelerini boş gözlerle seyretti. Zihninde, bu cinayetin nasıl olduğunu çözmeye çalışıyordu.
Kim bilir neler yapmışlardı Ahmet’e!
“Nasıl bir cinnetti, nasıl bir kudurganlıktı yapılanlar?.. Anlatsana bizlere! Canımız, ciğerimiz yoldaş Ahmet!.. Nasıl kıydılar sana? Ne acılar çektin kim bilir? Sen kime ne yapmıştın? Kime zararın dokunmuştu? Onurunu da çok kırdılar mı? Yüreğin acılardan hangisine dayanamadı acaba? Evinden mi alıp götürdüler? Yalnız, soğuk yatağından mı, yoksa sevgilinin sıcak koynundan mı hoyratça koparıp aldılar? Ellerini demir kelepçelerle mi kanattılar?
Sakatlığını yüzüne vurmak, akıllarınca alay etmek, aşağılamak için asansöre bindirmeyip beş katın merdivenlerinden ite kaka mı sürüklediler? Önlerinde seke seke gidişini seyredip güldüler mi? Yalnız, karanlık, soğuk bir hücreye mi attılar? Seni bekleyen dostların veya sizleri satan dönekler var mıydı kapatıldığın yerde? Ne yaptın? Ne söyledin? Neler dedin de bu canavarları kuduz köpeklere çevirdin? Sakatlığını yüzüne vurarak seni aşağılamaya, kırmaya, incitmeye çalışırlarken, sen devrimin yanan meşalesi, insanlığın onuru, yıkılmaz kalesi, önünde durulamayan çağlayan mı oldun?
Patlayan bir yanardağ misali, insanlığını satmadan, korkmadan, yılmadan, pişmanlıklara sığınmadan, karşılarında küçülmeden, ezilmeden, devrim şehitlerinin kemiklerini sızlatmadan, bir ateş seli olup, bu insanlık düşmanlarını önüne mi kattın? Karşında küçülmelerini, ufalanmalarını, bir hiç oluşlarını mı izledin? İşkence yaptıkları oda karanlık mıydı? Kendini attığın söylenen küçücük pencerenin ışığı, cellatlarının ve arkasındaki güçlerin pisliklerini ortaya çıkarmaya, gözler önüne sermeye yetmiyor muydu?
Yoksa ortaya çıkan pisliklerin altında kalıp boğulacaklarını anladılar da onun için mi yok ettiler seni? Gözlerin bağlı mıydı? Onların yüzleri korkudan mı maskeliydi? Falakaya yatırdılar mı? Sakat ayağına çok vurdular mı? Seni ortalarına alıp etrafını akbabalar gibi çevirdiler mi? Hayvanca dürtülerle durmadan vurdular, vurdular, vurdular mı? ‘Konuş!.. Konuş ulan Moskofun dölü!’ diye bağırdılar mı? ‘Daha hızlı vur! Daha güçlü vur! Komünist köpeğin kemiklerinin kırıldığını duyalım!’ diyerek gülüyorlar mıydı? Ağızlarından salyalar akıyor muydu?
Ruhlarını şeytana satmış, insani duygularını kaybetmiş hayaletler mi yapıyordu sana bu eziyetleri? Bunları yapan insan müsveddeleri, kendi başları derde girdiğinde, bir haksızlığa uğradıklarında sana gelip yardım dilenmiş, kendilerini savunmanı istemiş olabilirler miydi? Sen de devrimci ahlak adına, meslek onuru adına, çaresiz ve haksızlığa uğradığını düşündüğün bu zavallılara, bu insan görünümlü canavarlara yardım etmiş miydin?
Susman, direnmen karşısında ne yaptılar? Kendilerini çaresiz ve zavallı hissedip, isteri krizine tutulmuşçasına abandılar mı üzerine? Ağızlarından tükürükler saçarak ‘Vurun! Çekinmeyin! Gebertin vatan hainini! Başını duvarlara vura vura patlatın beynini! Paramparça olsun! Allah’ı, peygamberi tanımayan, dini imanı bilmeyen komünist! Milletimizin gençlerini kandıran ahlaksız!’ diye mi bağırdılar?
Patlattılar mı yiğidimin çağdaş, uygar, insanlık ve yurt sevgisi dolu beynini? Yoksa güçleri seni yenmeye, yok etmeye, tüketmeye, yalvartmaya, aşağılamaya yetmediği için mi camdan attılar? Düşmeden önce mi paramparça oldun? Öldüğünü anlayınca korkuya mı kapıldılar, onun için mi camdan attılar seni?
Ölmeden önce bir çift sözün oldu mu bu kanlı katillere? Yoksa sadece acıma ve iğrenmeyle mi baktın gözlerinin içine?
Beşinci kattan aşağıya düşmek kaç saniye tutar acaba? Ne düşünebilir bir insan o saniyelerde? Bir yaşamı düşünecek kadar uzun mu gelir zaman? O birkaç saniyede insanlara, dostlarına bir şey söylemek istedin mi? Bir son söz, bir veda? Son nefesin bir çığlıktı belki de! İnsanlar bu çığlığı duyacak, hesabını soracak kadar sağlam kalacak, cesur olacaklar mı acaba?
Hoşça kalın
Dostlarım benim
Hoşça kalın!
Sizi canımda
Canımın içinde,
Kavgamı kafamda götürüyorum.
Ben dostların gözünde kendimi
Boylu boyunca görüyorum...
Yine görüşürüz
Dostlarım benim
Yine görüşürüz...
Beraber güneşe güler,
Beraber dövüşürüz..
A yoldaşlar a....!!!
ELVEDA....!!!.
Umarım tüm devrimciler, solcular, demokratlar, aydınlar, onurlu, namuslu, özgür düşünebilen bütün insanlar, uğruna ölümü göze aldığın idealleri yok etmezler. Korkunun, karanlığın gölgesinde tutsak yaşamayı, insanca, onurluca ölebilmeye ‘berdel’ etmezler!..”
Güler Buğday
Annemin’de Başını Ezerler mi?
|