11.Ocak.2012
Ülkenizi ve halkınızı ‘torunlarınız’ gibi sevin!!!
Bu sabah sizler bu satırları okurken ben, ‘gitmek mi zor, kalmak mı zor’ duyguları içinde ameliyat masasına yatmış olacağım…
Bu işin en güzeli ve efendicesi sessiz sedasız bu işleri yapmak ama ben Güler Buğday olarak bunu yapamam!!!
Ne olursa olsun bir iki laf etmeden duramam...
Günlerdir düşünüyorum; duygularımı doğru-dürüst ve inandırıcı bir şekilde anlatabilmek, en önemlisi de samimiyetime sizleri inandırabilmek için bu koşullarda ne yazmalıyım diye…
Bu nedenle eski yazılarımı gözden geçirdim.
Halkımızın refahı ve insanlarımızın özgürlüğü, eşitliği, onuru, eğitimi, sağlığı, kültürü, haksızlıkları, itilip kakılması, yoksulluğu, uğradıkları hukuksuzluklar, kadına uygulanan şiddey vb gibi tüm konularda yazı yazmış ve çoğunda da isyanımı dile getirmişim.
Yine,
Ülkemin bağımsızlığı, çağdaşlığı, laik cumhuriyetin kazanımları ve bağnazların karşı devrim rüyalarına karşı mücadelemi elimden geldiğince yapmış ve duygularımı paylaşmışım.
Ömrüm yetiğince emperyalizme, sömürüye, şiddete, haksızlıklara, hukuksuzluklara karşı olmayı görev addetmişim.
Bu nedenle üç siyasi roman ve çok sayıda köşe yazısıyla duygu ve düşüncelerimi anlatmışım!...
Siyasette bu çizgime ve inandığım sol ideolojiye hiçbir şart ve koşul altında ihanet etmemişim.
SONUÇ:
Ne yazık ki sınıfta kalmışım… Yalnız sınıfta kalan ben miyim?
Maalesef ülkemdeki namuslu, dürüst, sağduyulu, harama el uzatmayan, kul hakkı yemeyen, barışçıl, eşitlikçi, insan haklarına saygılı, çağdaş ve aydınlık insanların bir çoğu sınıfta kaldı!..
Hatta bu konularda duyarlı olan ve ödün vermeyen insanlar, son on yılda etkili oldukları yerlerden uzaklaştırma aldılar. Özellikle saygın kurumlar sistemli ve planlı bir şekilde gözden düşürüldüler!!!
Son yıllarda ülkemde tüm değer ölçüleri yıkıldı.
En önemlisi insanlar isteyerek veya istemeyerek pasifize edildi.
Susturuldular... Korkutuldular… En önemlisi direnme güçleri ellerinden alınıp sindirildiler…
Sapla –saman bir birine karıştı.
İlkeli olmak, değerlere sahip çıkmak; ne yazık ki bağnazlıkla, statükoyu savunmakla açıklanır oldu!!!
Bu iklimde kafalar karıştı yürekler nasırlaştı.
Sevgisiz, saygısız, çıkarcı ve bencil bir toplum olduk.
Dünyada ve ülkemizde şiddet iklimi egemen oldu. Bu koşullarda yaşamak zorunda kalınınca öfke ve nefret insanlığa egemen oldu.
Bunlar sadece benim şahsi düşüncelerim değil… Geniş ve duyarlı kesimlerin ortak kanaatidir.
Bu nedenle abarttığımı düşünüp kimse gerçeklerin üstünü örtmesin… Karaya AK diyerek hayali pembe tablolar çizmesin.
Benim bu koşullarda insanlara söyleyebileceğim daha doğrusu dileyebileceğim tek temenni şudur:
Ülkelerini ve tüm insanları ‘torunları’ gibi sevmeleridir…
Sağcısı -solcusu, varsılı- yoksulu, kadını- erkeği, yaşlısı- genci, cahili- kültürlüsü ile; din, dil, ırk ayırmadan herkese ortak payda olabilecek tek temenni budur.
Belki de tüm sorunları çözebilecek reçete budur.
ORTAK PAYDA = ‘SEVMEK’
Hesapsız - kitapsız en önemlisi karşılık beklemeden çıkar hesabı yapmadan sevebilmek.
Çünkü insan sevdiğine kıyamaz. İnsan sevdiğine ihanet edemez. İnsan sevdiğinin geleceğini karartamaz.
Hele bu sevgi torunlara duyulansa önüne hiçbir duygu geçemez.
Bunun için son kez herkesten ülkesini ve insanları kendi torunlarına duydukları sevgiyle sevebilmelerini diliyorum.
Çok iyi biliyorum ki insanlar için söz konusu torunları olunca akan tüm sular duruyor.
Torun sevgisi bana göre insanoğlunun gelişmişliğinin ortak paydasıdır. Hele ki belli yaş üzeri olanların tartışılmaz ortak noktasıdır...
Biliyorum ki kimse bu tespitlerime itiraz etmeyecektir.
Çünkü torun sevgisi insanoğlunun yaşayacağı en gerçekçi, en tutkulu, en vazgeçilmez aşktır.
Söz konusu torun olduğunda yapılamayacak fedakârlık, gösterilemeyecek özveri yoktur.
Bu mutluluğu yaşamış herkesin duyduğu bu sevgi ve ilgi daha önce yaşadığı hiçbir duygu ile kıyaslanamıyor ve hiçbirine benzemiyor.
Onlar için yapılamayacak fedakârlık olmuyor. Onlar için verilemeyecek ödünde olmuyor. Nasırlaşmış yürekler bile pamuk helva kıvamına gelebiliyor.
Düşünsenize; Torun deyince tüm kurallar yıkılıyor. Tüm yasaklar yok olup gidiyor. Olmazlar oluyor; kapalı tüm kapılar ardına kadar açılabiliyor.
Tüm cüzdanların şimdilerde ise bilgisayar ve telefon ekranlarının vazgeçilmezi onlar değil mi?.
Sevgiyle bakan, içtenlikle gülen, kirlenmemiş, bozulmamış, rol yapmayan ve insanın içini ısıtan o masum yüzler değil mi?…
İnsana geçmiş hatalarını telafi ettirten, yapamadıklarını, eksikliklerini giderme fırsatı veren yeni ve olumlu bir kimlik kazandıran mucizelerdir torunlar.
Evet, torunları tek kelimeyle anlatmak istersek ‘MUCİZE’ en doğru ifadedir.
İnsanların zamanında çocuğuna ayırmadığı veya ayıramadığı zaman ve koşullar torunlar için mazeret ve geçerli olamaz.
Onların istekleri emirdir… Ne ‘yok’ denebilir ne bütçenin sarsılacağı düşünülebilir. Onların bir gülüşü, bir dokunuşu ömre bedeldir.
Bu nedenle, zamanında çocuğuna alamadıklarını toruna almak, çocuğuna veremediklerini toruna vermek, çocuğuyla paylaşamadıklarını torunuyla paylaşmak bilumum torun sahibi olan insanların davranış biçimidir.
Bir yerde okumuştum bu tutkuyu ve vazgeçilmez sevgiyi şöyle açıklamıştı:
Torun yeni bir sürecin başlangıcı, yaşamda değişme sürecinin kırılma noktası, ömür sürecinde son yaşam sevinci, hayata ve yaşama bağlanmanın yeni bir nedenidir.
Onlar çok seviliyor ve seviyorlar. Onun için de çok anlamlı ve farklı oluyor torun sevgisi.
Yıllarca bastığı yeri titretmiş, otoritesinden sual edilememiş nice insan torunlarını sırtına bindirip, odanın içinde at, eşek olmuyor mu?
Onların bir gülüşü için doğada yaşayan bilumum mahlûkatın taklidini yapmıyor mu?
Asık suratlar, katılaşmış yürekler onları görünce gülmüyor mu, yumuşamıyor mu mutluluğu coşkuya dönmüyor mu?
Torunlar dedelerinin ve ninelerinin tüm otoritelerini, kurallarını ve karizmalarını yerle bir ederken başka bir şeyi vazgeçilmez kılarlar.
İşte o her kapıyı açan duygunun adı SEVGİDİR…
Zamanında kendileri hiç sevilmediği, hiç başları okşanmadığı ve hiç sarıp sarmalanmadıkları için öğrenemedikleri bu duyguyu çocuklarına yeterince gösteremeyen herkes bu pişmanlığını ve eksikliğini torununda giderir.
Daha fazla anlatmaya gerek yok…
O güzellikleri ilk kucaklarına aldıkları zaman kokusuyla sarhoş olurlar. O küçük yumuk elleri ellerini tuttuğu zaman vazgeçilmez ve yeri asla doldurulamaz bir duygu işle aşık olurlar
Onlar için yapılamayacak bir fedakârlık düşünülemez. Onlar için tüm olmazlar oldurulmak için her türlü fedakarlık tereddütsüz yapılır..
Yani diyeceğim şudur ki; bu sevgi önyargısız, hesapsız, beklentisiz ve içten geldiği gibi tezahür eden tertemiz bir sevgidir.
Bu nedenle diyorum ki ülkenizi ve insanlarınızı torunlarınız gibi sevin…
Güler Buğday
Teşekkürler Bilgin Alanbey… “O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.”
Uzun zamandır böbreğimde davetsiz konuk olan 3.5cm lik bir taş, anlaşılan bulunduğu ortamdan sıkılmış, hatta dar alanda ikamet ettiği yer anlaşılan canına yetmiş ki kanaatime göre inatla aşağı katlara inmek için savaş veriyor.
Yıllardır itina ve inatla büyülttüğüm bu kıymetli taşımın bu yolculuğu nedeniyle ben son zamanlarda zor anlar geçiriyorum.
Daha doğrusu dayanılmaz ağrılar çekiyorum. Buna karşın ilk çağ insanı mantığıyla hareket etmekten de geri kalmıyorum.
Leblebi gibi kullandığım ağrı kesiciler kifayetsiz kaldığından onların yerini isimleri ve renkleri farklı olan bilumum ağrı kesici iğnelerin aldığı bir dönemdeyken nihayet “Ya Herro Ya Merro” diyerek ameliyat olmaya karar verdim. Asında mecbur kaldım!!!
Yıllardır ciddi bir KOAH hastası olmam bu ameliyata engeldi… Bu nedenle 40 yıllık dostum cigaramdan vazgeçtim... Akciğerler iyileşsin de ameliyat süresince yaşamama yetecek kadar hava üflesinler diye… Boşuna beklemişim.
Çünkü o sorun yetmezmiş gibi ona şeker, kolesterol, D vitamini eksikliği nedeniyle oluşan kasılma ve kramplar ve benzeri art niyetliler eklendi!!!
Birde hayattan bezginlik zirve yapınca her şey daha da zorlaştı.
Ancak boşuna direnmenin ve gerçeklerden kaçmanın imkânsızlığı son kararımı “kim milyoner olacak” sorusuna değil ama “kim kalacak kim gidecek” formatına verdirtti.
Bu nedenle ne olur ne olmaz diye bir yazı hatta iki yazı yazacaktım:
Birincisi her zamanki gibi uzun uzun olanların ve olması gerekenlerin ve inatla bu güne kadarki savunularımın ve tespitlerimin özeti olacaktı.
İkincisi de “Gidip te dönmemek var gelip te bulmamak var” modunda “yatıp ta kalkmamak var kalkıp ta bulmamak var” versiyonunda bir “VEDA” yazısı olacaktı.
Olmadı… Olamadı… İlk defa neyi nasıl yazacağımı bilemedim… Kime neyi söyleyeceğime karar veremedim.
Beklide son zamanlardaki vazgeçilmez modam olan gözyaşlarım ve melankolim buna izin vermedi.
Denedim ama bir türlü beynimin içindekilerle yüreğimden yükselenleri uzlaştırıp kelimelere dökemedim. Belki de dökmek istemedim!!!!!
Sanırım giderayak kimseyi küstürmek istemedim. Yada döndüğümde kimseyi özellikle hak etmeyenleri tepeme çıkartmak istemedim...
Velhasıl ben bu ruhsal kargaşayla boğuşurken dün gece Dostum Av. Bilgin Alanbey’den bir e-mail yani Sevgili Yılmaz Akkılıç’ın ısrarla kullandığı gibi bir “ileti” aldım…
Sevgili Bilgin, iletisini şu notla göndermiş:
“İnsanı silkeleyen bir derleme. Özellikle sana yolluyorum. Çünkü okuyacak insan çok az, anlayacak daha da az:”
Sevgili Dostum inan ki zevkle, keyifle ve içselleştirerek okudum…
Ayrıca gönderindeki iltifat dolu değerlendirmen bana moral oldu.
Ve karar verdim ben başka bir yazı yazmayacağım. Senin bana gönderdiğin bu iletiyi tüm dostlarla paylaşacağım.
İsteyen okusun, anlasın, kavrasın ve ders çıkarıp çözümün parçası olsun… İstemeyen koyunluğa devam etsin son perdeden kaval dinleyip kendini insan sansın!!!
Dostum, Avukat: Bilgin Alanbey’in iletisini hiç eksilmeden sizlerle paylaşıyorum.
Son Not:
Ameliyattan eğer uyanamazsam bilginiz olsun ve siz dostlar gelince görüşebilmek için elinizde adres olsun diye söylüyorum:
Öncelikle ve mümkünse cennete arsa spakülatörleri tüm yerleri kapatmadan kendime bir çadırlık yer kapmaya çalışacağım.
Giderayak her gün içimi acıtan Van’da ki çoluk çocuğun ve onca yaşlı ve hasta insanın kar altında çadırlarda bir bir telef olurken çektiklerini gördükçe ve empati yaptıkça inanınki daha fazlasını asla kabul etmeyeceğim…
Bilin Alanbey, kendisine Osman AYDOĞAN’dan gelen bu güzel derleme yazıyı benimle paylaşmış, bende sizlerle paylaşıyorum:
O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.
Nietzsche’nin şu sözü ,
‘’Toplum yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşup kültürün önemini göz ardı ederse, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşecektir.’’
2012 'nin ilk günlerinde ben de bunları bir daha düşünüyor ve her yılbaşında adet olduğu üzere sizlere umut ve iyi dileklerimi sunmanın yeterli olmadığını biliyorum. saygı ve sevgilerimle, güzel bir insanın güzel bir yazısını ekte gönderiyorum.
Nietzsche’nin (1844 -1900) şöyle bir tespiti vardı; “Uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.”
Bu bir öngörüydü…
Nietzsche’nin şu sözü de bir varsayımdı:
“Toplum yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşup kültürün önemini göz ardı ederse, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşecektir.”
Nietzsche’nin bu tespitini ve varsayımını doğrularcasına uygarlığın kabalığa dönüştüğünü, kültürün göz ardı edildiğini ve etrafınızdaki her şeyin daha bir kötüye doğru gittiğini hissettiğiniz veya gözlemlediğiniz veya düşündüğünüz oldu mu?
Eğer cevabınız “evet” ise bu konuda hiç de yalnız değilsiniz.
Bu tespitinizi doğrularcasına Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar José Saramago (1922–2010) vefatından kısa bir süre önce 2007 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide yaşadığımız günümüzün tarifini en iyi şekilde yapan şu ifadeleri kullanmıştı;
“Özgürlüklerin giderek daraldığı, eleştirinin yer bulmadığı, çokuluslu şirketlerin, piyasanın totalitarizminin artık bir ideolojiye bile gerek duymadığı, dinsel hoşgörüsüzlüğün yükselişe geçtiği karanlık bir çağda yaşıyoruz.”
Lübnan asıllı Fransız yazar Amin Maalouf da “Çivisi Çıkmış Dünya” isimli eserinde (Yapı Kredi Yayınları, 2009) benzer şekilde “medeniyetler çatışması ve küreselleşme” adı altında uygulanan, bütün dünyada felakete yol açacak olan ve yaşamın devamlılığının olmazsa olmazı olarak gördüğü “hoşgörü” kültürünü yok eden politikaları eleştirerek artık uygarlığın tükendiğinden bahseder.
Her zaman için bozulma ve yok olma önce çivilerin çıkmasıyla başlar.
Erdal Atabek, “Tehdit altındaki kültür: Aydınlanma…” isimli makalesinde (Cumhuriyet, 12 Aralık 2011) aynı kötü gidişten bahseder.
Erdal Atabek yazısında özetle kötü gidişi şu şekilde anlatır;
“Aklın ve bilimin yaşamı yönetmesi olarak tanımlanabilen evrensel aydınlanma kültürü dünya ölçeğinde tehdit altına girmiştir.
Tehdit kaynaklarından birisi dünyada dogmaların ve önyargıların yükselmesidir.
Gerek din kaynaklı gerekse din dışı dogmalar Amerika başta olmak üzere bütün dünyada yükselmektedir.
İkinci tehdit kaynağı ise, küresel piyasa ekonomisidir. Bu ekonomik kültür, insan davranışlarını değiştirmekte, ‘alışveriş’i yaşamın odağı yapmaktadır.
İnsan davranışları bu iki tehdidin etkisiyle akıl ve bilimin dışına çıkmaktadır.
Düşünmekten vazgeçmiş, toplumsal olaylara ilgisini kaybetmiş, kendi dar yaşam alanına kapanmış insanlar toplumsal ilgiye kapalı bir hayat sürmektedirler.
Küresel piyasa ekonomisi insanların bütün ilgisini alışveriş çılgınlığına dönüştürmüş, insanlar artık neyi neden aldığını düşünmeden mal alıp para veren robotlara evrilmiştir.
Dogmalar, hurafeler, büyüler, burçlar, fallar, yıldız haritaları, ekranlar, giysi markaları, ünlülerin dedikoduları, cep telefonları, İPhone’ler, internet, Facebook ve Twitter günümüzün kültürel kaynaklarını oluşturmuştur.”
Nietzsche’nin söylediği gibi toplum kültürün önemini göz ardı ederek yalnızca maddi arzuları tatmin etmenin peşinde koşan, daha üstün ve daha soylu hiçbir şey düşünemeyen son erkekler ve son kadınlar sürüsüne dönüşmek üzere koşar adım gitmektedir.
Einstein’ın bir sözü vardı;
”Benim yaşamam için bir kalem, müsvedde kâğıdı ve bir de uyumak için divan yeter. Biraz lüks olacak ama bir de kemanım olsun isterim. Abartılı yaşam biçimi domuzlara mahsustur.”
Ne yazık ki abartılı bir yaşam biçimi salgın bir hastalık gibi sarmıştır dünyayı…
Ayrıca şu sözü de vardı Einstein’ın;
”Bir kişi mesleği ne olursa olsun eğer tarihten, edebiyattan, felsefeden ve sanattan nasibini almamışsa Pavlov’un köpeğinden farksızdır.
Günümüz dünyasında artık ne edebiyat kaldı, ne tarih, ne felsefe ve ne de sanat…
Edebiyatsız, tarihsiz, felsefesiz ve sanatsız bir insanlığın sonucu muhakkak ki Einstein en açık biçimde ifade ettiği şekilde olacaktır.
01–02 Aralık 2011 tarihinde ülkemizde konferans vermeye gelen Fransız düşünür Alain Badiou’nun en büyük tespiti; “Hakikat var değildir, hakikat olur” şeklindedir.
Badiou’nun söylediği gibi, bilimsel bir “algı yönetimi” desteği ile, günümüzde her yerde “KARA” olan ne varsa insanlara “AK” olarak sunulmuştur. Bu şekilde insanlar aklı kullanmayı ve sorgulamayı unutmuşlardır.
Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak tüm Avrupa ve Amerika ırkçı bir politikanın, vahşi bir kapitalizmin, sosyal demokrasiden tamamen uzak totaliter bir piyasa ekonomisinin ve uluslararası şirketlerin; tüm İslam dünyası da daha bağnaz, daha dogma ve daha karanlık bir geleceğin pençesine düşmektedir.
Tüm dünyada aklın ve bilimin üzerine dinin ve dogmanın vesayeti tekrar başlamaktadır.
Hani günümüzde mevsimleri sayarak Arap baharı, yazı, kışı diyorlar ya…
Baharın geldiği iddia edilen o ülkelerde eskileri mumla aratacak daha bağnaz, daha tutucu, daha gerici, daha karanlık ve daha işbirlikçi rejimler gelmektedir.
Dünya böyleyken ülkemizdeki durum da farklı değildir.
Akşam Gazetesi’nden Şenay Yıldız yazar Alev ALATLI ile bir söyleşi yapar. (Akşam Gazetesi, 12 Eylül 2011)
Şöyle başlıyor yazısına Şenay Yıldız;
“Aşağıda okuyacağınız söyleşiyi yapmak için kapısını çaldığım Alatlı, yakında piyasaya çıkacak olan (Beyaz Türkler Küstüler) isimli kitabı için son rötuşları atıyor. Yeni kitabında, Türkiye’de paçozluğun her alanda hâkim olmasından duyduğu endişeyi dile getirecek olan Alatlı, Cüppeli Ahmet Hoca'dan İvana Sert’e, Ertuğrul Özkök’ten Serdar Turgut’a, Ayşe Arman’dan Rahşan Gülşen’e pek çok ismin ‘paçozlaşma’ olarak kavramlaştırdığı tavır ve yazılarını eleştiriyor, paçozlaşma sürecinin Beyaz Türkler’i küstürdüğünü ve eblehleşmeyi tetiklediğini anlatıyor”
Alatlı şöyle devam ediyor söyleşisinde;
“Çünkü matematiksiz teknoloji, biyolojisiz çevre, notasız müzik... olmaz. Bunları yerine oturtamadığınız sürece sadece tüketicisiniz. Böyle giderse, Türkiye sadece tüketici kulvarında kalmaya mahkûmdur. Bu eblehleşme sadece tüketiciliğe iter. Yazık, Halide Edip'e boşu boşuna mandacı, vatan haini denmiş. Bugün manda zaten gerçekleşti. ABD’ye eğitim için giden paraları görün, sizin Sulu kule’den çıkan Sibel Can’ınızın evi Miami’de! Bu nasıl bir gidişattır, kaçıştır? Askerî otoritenin baskısı falan derler ya, eblehliğin, paçozluğun baskısı kadar büyük bir baskı yoktur. Çünkü paçoz, paçoz olmayanı göremez.”
Bu paçozların, bu eblehlerin TV’lerde her gün onlarca örneğini görmekteyiz.
On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı devlet adamı ve şâiri Keçecizade İzzet Molla'nın bir deyişi vardı. Deyişin aslı Osmanlıca;
“Meşhurdur ki fısk ile olmaz cihan harap
Eyler onu müdahanei âliman harap”
Türkçesi şu;
“Cihan ahlaksızlıkla harap olmaz,
Onu âlimlerin dalkavukluğu harap eder”
Çoğalan günümüzde sadece paçozlar ve eblehler de değildir. Günümüzde hiçbir devirde olmadığı kadar âlimler de dalkavukluğa başlamıştır.
Şairin söylediği gibi bu hiç de iyi bir gidiş değildir.
Doğan Kuban da “Bilim Teknik” Dergisi’nin 28 Mart 2008 tarihli nüshasında ise şöyle yazıyordu;
“La Monde Diplomatique ise yıllarca önce “Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar” adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı.
Yazar Claude Julien’in makalesinde Petain Dönemi'nde egemen olan ruh halinin bütün bir toplumsal sınıfı etkilemiş olduğunu anımsatır.
Türkiye’de olan da budur.
Kırsal kültür zaten üstünkörü var olan çağdaşlık düşüncesini esir ya da satın almıştır.
Zaten çöküşün, geri gidişin tek bir nedeni olmaz.
Fransız düşünür Alain Badiou da benzer şekilde kötü gidişten şikâyet eder. Badiou’ya göre sorunun temelinde felsefesizlik yatmaktadır ve günümüzde felsefenin siyasetle bağları kopuk gibidir.
Çözüm olarak bizim siyasetin yeniliklerini karşılayıp kucaklayacak bir felsefeyi üretmemiz gerekmektedir. (Cumhuriyet, 11 Aralık 2011, s.12)
Uygarlığın bu çöküşünün başlangıcı aslında yeni değildir.
Jean-Jacques Rousseau, 1755 yılında yayınladığı uygarlığın eleştirisini yaptığı bir kitabında (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine, Jean-Jacques Rousseau, Morpa Kültür Yayınları, Mart 2006) insanlığın altın çağını yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiği, “işbölümü” ve “özel mülkiyet’in” uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığı iddia eder.
Ve günümüze uygun bir hikâye;
Zamanın behrinde doğuda at ticareti yapılmaktadır ve insanlar kaliteli at almak için bu yöreye gelmektedirler.
Vatandaşın biri uzun bir aradan sonra yöreye gelir ve at almak istediğini belirtir. Eski ticaretlerinden aklında kalan “dürüst\' alışveriş imajı aynen sürmektedir. Gençten adamlar olmayacak atlara olmayacak rakamlar talep ederler. Ne atlarda ne de alışverişin doğasında kalitenin esamisi okunmaktadır. Yorgundur, köyün meydanına gelir kahvede bir dedenin yanına oturur ve durumu anlatır... “eskiden böyle değildi” der ve dede “o güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” der…
“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler.”
Bu söz Yaşar Kemal’in “Yusufçuk Yusuf” adlı romanının giriş cümlesidir.( “Yusufçuk Yusuf”, Yaşar Kemal’in “Akaçasazın Ağaları” üçlemesinin ikinci cilt romanıdır.)
Ayrıca romanın son cümlesi de şu şekildedir; “O güzel atlar o güzel insanları aldılar çektiler gittiler.”
Bu söz Necip Fazıl’ın 1973 tarihli “Boş ufuklar” şiirinde de yer alır;
“Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti
İyi insanlar iyi atlara binip gitti.”
Yukarıda alıntılandığı gibi dünyamızda artık özgürlükler giderek daraldı, eleştiriye yer kalmadı, çokuluslu şirketlerin ve piyasanın totalitarizmi aldı yürüdü, hiçbir ideolojiye yer kalmadı, dinsel ve ırksal hoşgörüsüzlük yükselişe geçti…
Merak etmeyin küresel ısınmayı, buzul çağına girmeyi…
Karanlık, kapkaranlık bir çağa giriyoruz…
Tarihin sarkacı, geçmişte hiç olmadığı kadar insafsızca karanlığa doğru savrulmaktadır…
Her yerde ve her seviyede paçozluk ve eblehlik diz boyu hale geldi…
Bütün dünyayı Nero’lar sardı.
Bu dünyanın çivisi çıktı çivisi…
Etrafınızda boşuna aramayın, Yaşar Kemal’in, Necip Fazıl’ın söylediği gibi; bildiğiniz “o iyi insanlar o iyi atlara binip gittiler”
Sevgili Dostlar, “O güzel insanların o güzel atlara binip gittikleri ” yerlere gitmek mecburiyetinde kalırsam hiç endişeniz olmasın tüm namuslu ve onurlu insanların sevgi ve selamlarını götüreceğim...
Güler Buğday
|