Bugün 8 Mart. Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün 102. yılı. Bugün kadınlar bir kez daha eşitlik ve özgürlük için mücadele bayrağını yükseltiyorlar. Bugün kadınların uyanışı yüreklere bir Cemre gibi düşüyor. Cemre’nin gizli gücü, hem insan soyunun yeniden üretimini ve hem de maddi hayatın gereksinimlerini üreten kadınların bu ikili görevlerinden kaynaklanan simgesel gücüyle özdeşleşiyor.
Birinci Cemre’den Newroz’a kadar, yani 19 Şubat’tan 21 Mart’a kadar olan süreçte öncelikle kadınlar akla gelmeli. Daha doğrusu insanlığın tarihsel ve toplumsal evriminde tarıma geçişte kadınların devrimci rolü hatırlanmalı.
Erkekler avcılık ve toplayıcılık yaparken, kadınlar da yabani meyve ağaçları ile buğday ve arpa gibi tahılları ehlileştirerek Tarım Devrimi’ne geçişi başlattılar. Daha sonra da elde ettikleri tahılın saklanması için çömlekçiliği, yani bir Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirdiler. Bu dönemde Kadın-Toprak-Üretim şeklinde bir simgesel üçgen oluştu. Kadının doğurganlığı ile toprağın doğurganlığı birbiriyle özdeşleşerek Bereket Tanrıçası doğdu.
İlkel Komünal Toplum’dan yeni toplum biçimlerine doğru tarihsel yönelişte kadınların ekonomik, sosyal, siyasal rolleri ve tarihsel konumları erkek egemenliği tarafından değiştirildi. Ancak ikinci cins olmaya zorlanan kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesi, siyasal ve toplumsal hayatın her alanında kesintisiz bir şekilde devam etti.
Devrim ve sosyalizm mücadelesinde cinsiyetçiliğe yer yoktur. Tüm eşitlikçi ve özgürlükçü söylemlere karşın, bugüne kadar kadınların siyasal ve örgütsel alanda erkeklerle eşit konumda bulunamamalarının sorumluluğu erkeklere aittir. Erkek egemenliği ile mücadele cinsiyetçi olmayan bir sosyalizm anlayışına tekabül eder.
Kapitalist sistemin doğasından kaynaklanan burjuva rekabetin yarattığı parçalanmışlığın, ezilmişliğin, güvensizliğin, yabancılaşmanın aşılması için, siyasal ve örgütsel çalışmalarda sevgi, güven, dostluk, dayanışma gibi yoldaşlık ilişkilerinin kurulması ve geliştirilmesi gereklidir.
Uzun bir tarihsel süreçte erkek egemen ideolojinin etkin olduğu reel sosyalizm anlayışı her şeyi belirlemiştir. Erkek egemen ideolojinin çeşitli versiyonları olan ve olur olmaz gerekçelerle her gün yeniden üretilen kadın sorununa karşı ilgisizlik, duyarsızlık, çekingenlik ve hatta içten içe süreklilik kazanan “korku” durumu; kadınlara güven vermekten çok her aşamada yeniden üretilen erkek güvensizliğinin (erkeklerin hem kendilerine ve hem de kadınlara karşı güvensizliklerinin) tipik biçimlerini yaratmıştır. Sosyalist erkeklerin, erkek egemen ideolojinin etkisinden kurtulamamaları ve bu söylemi hayatın her alanında sürdürmelerinin temel nedeni, kadın sorununun aslında “erkeklerin sorunu” olduğu gerçeğini kavrayamamalarından kaynaklanmıştır.
Kadınlar, hangi siyasal ve örgütsel konumda bulunursa bulunsunlar, kendi mücadelelerine önderlik etmelidirler. Sınıf, ulus ya da diğer katmanlar kendi kurtuluşları için nasıl örgütlenip mücadele ediyorlarsa, kadınlar da kurtuluşlarına giden yolun esas olarak kendi çabalarından geçtiğini görmek zorundadırlar.
Kadın örgütlenmesinin bir uzmanlık örgütlenmesi bağlamında ele alınması, kadınların siyasal ve örgütsel alanın diğer sektörlerinden tecrit edilmelerine yol açmaktadır. Bu durumun yarattığı en önemli olumsuzluk, kadınların kendi yetersizliklerinin ve sayıca az olmalarının farkında olmalarına rağmen; erkekler tarafından kendilerine bırakılmış ve son derece daraltılmış, sığlaştırılmış olan “kadın alanı” ile yetinmek zorunda kalmalarıdır. Devrimci kadınların toplumsal kadın rolleri ile devrimci kimlikleri arasındaki çelişkiler ise, siyasal ve örgütsel alanda önemli sorunlar yaratıyor. Sokakta, eylemde, günlük siyasal işlerde önde ve erkeklerle eşit düzeyde olan devrimci kadın; evde, aile ilişkilerinde, aşkta, arkadaşlıkta, dostlukta aynı düzeyde konumlanamıyor.
Erkek egemen toplumsal ilişkilerde olduğu gibi, devrimci mücadele içinde de sosyalist erkeklerin büyük çoğunluğu tarafından kadınlara “eksik, yetersiz ve zayıf” kişilik gözüyle bakılıyor. Bu da kadınları “erkek gibi davranmaya” zorluyor. Dahası erkek egemen ideolojinin her alandaki etkisi ve karşı konulamaz gücü, kadınları erkeklere karşı “rekabet” yerine birbirlerine karşı “rekabete” yöneltiyor.
Çalışan kadınların, emekçi kadınların ve eve hapsedilmiş kadınların (mutfak-yatak odası ve çocuk odası üçgeni arasında koşturan ev kölesi kadın) geleneksel kadın rolleri ile özgürleşmekte olan kadın rolleri arasındaki zoraki gidiş gelişleri, sosyal ve psikolojik sorunlar yaratmaktadır.
Erkeklerin bir gün bile katlanamayacakları bu durum, kadınların günlük yaşamlarında her gün yaşadıkları ağır stres ve depresyonun temelini oluşturmaktadır. Günlük yaşamda kadınların ezilmişliklerinin ve dışlanmışlıklarının tipik biçimlerine bürünen bu sorunlar, kişilik parçalanmışlıklarına da yol açmaktadır.
Erkekler tarafından yeterince bilince çıkarılamayan bu durum, eşit ve özgür ilişkileri zedelemekte ve sonuç olarak ortak yaşamın devrimcileştirilmesini engellemektedir. Bu bakımdan, erkek egemen ideolojinin yansımalarından kaynaklanan özel ve genel sorunları bıkmadan, usanmadan, korkmadan inatla ortaya konularak sorgulanması ve bu işin bir “ideolojik mücadele alanı” olarak ele alınması ve böylelikle erkek egemenliğinin sürekli ve sistemli bir şekilde sarsılması gereklidir.
Unutmayalım ki, kadınlar katılmaksızın gerçek bir kitle hareketi ve devrim olmaz!..
|