Orhan Pamuk için; Nobel Ödülü’nü kazanmadan hemen önce durup dururken (değil elbette, bir bildiği vardı) söylediği, “1 milyondan fazla Ermeni, 40 bin de Kürt öldürüldü” sözleri nedeniyle, “Artık hiçbir kitabını okumayacağım” demiştim.
Öfkem azalmış olmalı ki “beyefendi”nin 2009’da Harvard Üniversitesi’nde verdiği “Norton dersleri”nden oluşan bu yeni kitabını okudum.
Yazar, daha önce T. S. Eliot, Borges, Calvino ve Umberto Eco gibi yazarların da verdiği bu derslerde edebiyat, özellikle de romana bakışını anlatıyor...
Bunu hem “okur”, hem de “yazar” kimliğiyle yapıyor.
Roman yazanları ve okuyanları “saflar” ve “düşünceliler” diye ikiye ayıran Pamuk, bunun nedenini şöyle açıklıyor:
“Roman yazmanın (ve okumanın) yapay bir yanı olmasını hiç mesele etmeyen duyarlığa (duyarlılık değil... M. M), bu tür roman okuruna ve yazarına ‘saf’ diyelim. Roman okurken ve yazarken metnin yapaylığına ve gerçekliğe ulaşamamasına takılan ve roman yazarken kullanılan yöntemlere ve okurken kafamızın işlemlerine özel bir şekilde dikkat eden okurlara ve yazarlara ‘düşünceli’ diyelim. Romancılık, aynı anda hem saf hem de düşünceli olma işidir.”
Pamuk; yazarları ve okurları bu şekilde ikiye ayırdıktan sonra, Türk edebiyatındaki kendisine göre ‘saf’ ve ‘düşünceli’ yazarları da sıralıyor:
“Ben ilk roman yazmaya başladığım 1970’lerin ortasında, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Oğuz Atay gibi romancıları ‘düşünceli’ oldukları için de severdim. (./..) Hayatının çoğu Manisa’da geçmiş Yusuf Atılgan, Anayurt Oteli’nde son derece ‘düşünceli’ bir tutumla hikâyesini anlatırken, köy romanlarının ilk örneklerinden Yaban’ın yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun İstanbul’da geçen bütün romanları ‘saf’ bir yazarın dünyasını hissettirir bize. (...) Saf romancı ve saf okur, araba manzarada ilerlerken pencereden görülen memleketi tanıdığına, insanları anladığına içtenlikle inanan biri gibidir. Düşünceli romancı ise, arabanın penceresinden gözüken manzaranın sınırlı olduğunu, zaten ön camın çamurlu olduğunu söyler.”
Yazar, Roman Sanatı adlı kitabın yazarı E. M. Forster’den bolca alıntı yaptığı bu ders notlarında, roman yazmayı 22 yaşında bıraktığı resim sanatına benzetiyor ve tüm örneklerini resim üzerinden veriyor.
Bir romanın değerinin de, okurda uyandırdığı “hayatın tam da böyle bir şey olduğu” duygusunun gücüyle ölçülmesi gerektiğini söylüyor...
Eğer okuduysanız (ya da okumaya çalıştıysanız) bilirsiniz; Orhan Pamuk’un romanlarını okumak zordur. Satış rakamları çok yüksek olsa da sonuna kadar okuyabilenler sınırlıdır.
Bu kitapta öğrendim ki, sadece biz okurken zorlanmıyormuşuz...
Meğer o da yazarken zorlanıyormuş... Bunu kitabın son bölümünde şöyle anlatıyor:
“Romanlarıma kıyasla bu kitabı belki de konuşma havasını önde tuttuğum için- hiç zorlanmadan yazdım”.
Sakın Pamuk’un bu sözlerine kanıp da bu kez “kolay okunan” bir kitapla karşı karşıya olduğunuzu düşünmeyin... (Belki de bana özgü bir sorundur ama...) Haftada 600 sayfa kadar okuyabilen bir okur olarak, 153 sayfalık bu kitabı dokuz günde zor bitirdim.
Gelelim “Nobel ödüllü” romancımızın, bu kitaptaki marifetlerine...
İlk hata daha kitabın hemen başında, sekizinci sayfada... Yazar, “Tıpkı bazı rüyalarda olduğu gibi, okumakta olduğumuz romanın devam etmesini ve bu ikinci hayatın bizde tutarlı bir şekilde gerçeklik ve hakikilik duygusu uyandırarak sürüp gitmesini isteriz” diye bir cümle kurmuş...
Türk Dil Kurumu’nun sözlüklerinde gerçeklik, “Gerçek olan, var olan şeylerin tümü, hakikat, hakikilik, şeniyet, realite, reellik” olarak tanımlanıyor...
“Hakikilik” maddesinin karşısında ise “Hakiki olma durumu” yazılı...
Ne yalan söyleyeyim; kötü hatiplerin, “Mesela” diye başlayarak “Örneğin” diye sürdürdükleri konuşmalarındaki “eş anlamlı sözcük kullanma” hatasını, yıllardır hayatını kaleminden kazanan, üstelik Nobel ödülü almış bu yazarımıza pek yakıştıramadım...
Hem de “yazma sanatı ve romancılık” üzerine ahkâm kestiği böyle bir kitapta!
Yazarın yine TDK sözlüklerine göre ikinci hatası ise, “bazen” sözcüğünü tam 17 kez bazan olarak kullanması...
Üçüncü hata; bazı yerlerde zaman sözcüğünün ilk harfini büyük yazması... Tamam; kastettiği “zaman”ı, sıradan zamandan ayırmak istemiş ve anlam yüklemeye çalışmış olabilir... Ama büyük harf kullandığı için “özel isim”e dönüştürerek yanlış yapmış... Bunun yerine birçok başka sözcükte yaptığı gibi, özel anlam yüklemek istediği bu sözcüğü de pekâlâ tırnak içine alabilirdi.
Eeee; ne yaparsınız, bu kadar kusur Nobel ödüllü yazarda bile olur!
Ve son söz:
“Sadece ‘roman yazma’ konusuna özel ilgisi olanların değil, iyi roman okuru olmak isteyenlerin de okuması gereken bir kitap” diyeceğim ama...
Artık kaç günde bitirirsiniz, bitirince okumanıza neden olduğum için hakkımda ne düşünürsünüz; işte bunu bilmiyorum
|