Koalisyon tartışmalarının tüm siyasi gündemi kapsadığı 9 Haziran gününün akşamında Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni seçilmiş vekillerin en yaşlısı olma dışında resmi bir sıfat taşımayan CHP Milletvekili Deniz Baykal’ı arıyor, “acilen görüşmek” istiyor. Baykal, hemen sabah uçağına atlıyor, Antalya’dan Ankara’ya geliyor. İki saat süren görüşme “Saray”da değil Erdoğan’ın konut olarak kullandığı “Dışişleri Konutu”nda yapılıyor.
Cumhurbaşkanlığı görüşme hakkında hiçbir şey söylemiyor. “Görüşme” çıkışında Baykal açıklıyor neler görüştüklerini!
Hani; en yaşlı vekilmiş ya, bu yüzden de Meclisin açılışını yapacakmış ya, işte onun için, Meclisin açılışının nasıl yapılacağı ile ilgili görüş alış verişi için Cumhurbaşkanı davet etmiş Baykal’ı!
“Koalisyon meselesi mi?”; yok canım, o işler partiler arasında görüşülecek bir meseleymiş; bu yüzden de o konulara girilmemiş! Ama Baykal, Cumhurbaşkanıyla görüşmesinde “Hiçbir koalisyon seçeneğine, hatta CHP-MHP-HDP seçeneğine bile karşı olmadığı” intibaı edinmiş!
İki saat boyunca da koalisyon sorunuyla ilgili konuşma böyle “intiba” ile sınırlıymış!
Ama bu açıklamaya kimse inanmadı.
Baykal da herhalde, söylenenlere kimse inanmasın diye görüşmeyi böyle özetlemişti. Çünkü bu tür, siyaseti siyaset dışından maniple ederek yönlendirme işi Türkiye’de bir “devlet geleneği”dir ve buna da genellikle “derin devlet” dediğimiz “egemen aklın”, Erdoğan’ın söyleyişiyle belki de “üst akıl” da diyebileceğimiz gücün sıcak siyasete müdahale ettiği çokça görülmüştür. Hele de böyle güç dengelerinin hassaslaştığı zamanlarda, bir “dokunmayla” gidişata yön verilecek zamanlarda, bu gücün kör gözüm parmağına müdahalelerle harekete geçtiğini çokça gördük.
Şimdi, tam da böyle, siyasete “derin devlet” dokunmasıyla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Erdoğan-Baykal görüşmesi duyulduğunda, haklı olarak, herkesin aklına 2002’de Erdoğan’a milletvekilliği ve başbakanlığın yolunu açan Erdoğan-Baykal görüşmesi geldi. Bu da doğaldı. Çünkü o zaman da iç ve dış sermaye güçleri “Erdoğan-AKP projesi”nin gerçekleştirilmesi için müdahale etmişler, bunun için de Baykal’ın inisiyatif almasını sağlamışlardı. Bugün de aynı güçlerin, sistemi sıkıntıya sokan seçim tablosundaki zafiyeti fırsata dönüştürmek üzere Baykal’ın inisiyatif alması için harekete geçtikleri anlaşılmaktadır. Nitekim, Erdoğan’a Baykal’ın devreye sokulması için “aklı”, henüz kimliği açıklanmayan ama Erdoğan üstünde etkili bir kişinin verdiği de bilinmektedir.
Nitekim aynı akşam TRT 1’in yayınına çıkan Başbakan Davutoğlu; röportajında, tamamen, “Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanlığı makamının, Hükümet makamının muhalefet de kendi amaçlarının gereği gibi davranırsa sorunlar çözülür” diyerek, Cumhurbaşkanının kendi alanına çekileceği, “koalisyon” için de “uyumlu” olunacağı mesajı vermeye çalışmıştır.
Kaç gündür kürsüye çıkmadığı için dili şişmiş olan Cumhurbaşkanı, dün katıldığı 4. Uluslararası Öğrenciler Mezuniyet töreninde, dış politikada “yeni Osmanlıcı” kavramlarla konuşup iç politikada sanki bir adım geri çekilmiş gibi görünse de aslında durduğu yerde durduğunu da gösteren bir üslup kullandı. Cumhurbaşkanı dün, “Bütün partileri sorumlu davranmaya çağırıyorum “ derken bile, Kürt siyasi güçlerini batının bölgeye müdahale aracı olarak göstererek, HDP’yi dışlarken CHP ve MHP’ye AKP’yle koalisyon için mesaj verdi!
Baykal-Erdoğan görüşmesi sonrasında yapılan tartışmalardan da anlıyoruz ki; bütün o “halkın iradesine saygı”, “memleketi hükümetsiz bırakmama sorumluluğu”, “herkesin kendi üstüne düşeni yapma sorumluluğu”,… gibi gerekçeler arkasında söylenen şudur: “Türkiye’yi yöneten egemen güçler; bir AKP-CHP koalisyonu, büyük koalisyon” istemektedir.
Böylece seçim meydanlarında verilen sözlerin yerine getirilmemesi için bahanelerinin de yaratılmış olacağı dikkate alındığında, egemenlerin; AKP’nin CHP’yi ekonomik politikalar konusunda CHP’nin de AKP’yi ve Cumhurbaşkanını özgürlüklere, basına yönelik saldırılar ve dış politikada “yeni Osmanlıcı” çizgi… gibi konularda sınırlayacağını düşünerek, AKP-CHP koalisyonunu, sistemi zamana yayarak tamir etmenin bir dayanağı olarak kullanmak istedikleri anlaşılıyor.
Bu yüzden de mevcut koşullarda AKP-CHP koalisyonu, egemenlerin kolayca vazgeçeceği bir seçenek değildir.
Ancak Türkiye’nin sorunlarının çözümünün bu ölçüde aciliyet kazanmış olması, Ortadoğu’da Türkiye’yi de içine çeken gelişmelerin, “çözüm süreci”nin sürgit böyle ortada kalamayacağı, Alevilerin inanç özgürlüğü taleplerinin ötelenmesine tepkilerin giderek büyüdüğü, ekonominin sorunlarının hızla patlamaya giden bir mecraya girmiş olması, halkın, işçi sınıfının geçim sorunlarının büyümesi, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk… konularında oluşan hava, sermayenin sorunlarını hızla çözerken halkın taleplerini yerine getirmede “durumu idare etme”, koalisyonun şansını son derece sınırlamaktadır.
|