İstihbarat Daire eski Başkanı Sabri Uzun, müthiş iddialarla ortaya çıktı. Tayyip Erdoğan’la “paralellik” sağlamak için olacak, yeni kitabına “İn” adını koymuş. Cumhurbaşkanıyla birlikte, kol kola “inlerine girsinler” bakalım! Belki bu arada, Uzun göze de girebilir; böylece değerli bir makama gelmeyi başarır.
Gazeteye yansıdığı kadarıyla söylüyorum: Sabri Uzun, 2007’de, Ankara’da, Sıhhiye’de, katlı otoparkta bulunan bomba yüklü minibüsün, Cemaatçi polisler tarafından oraya konulduğunu, o polislerin, bu operasyon sayesinde, yüklü miktarda nakit para ödülü almak istediklerini anlatıyor.
Uzun, söz konusu operasyon dolayısıyla bir para ödülü alınıp alınmadığını, alındıysa paranın miktarını, iddiasını desteklemek üzere açıklayabilir mi? Muhtemelen her başarılı operasyonda görüldüğü gibi, polisler taltif edilmiş olabilir. Bir süre önce, “usulsüz taltif aldılar” gerekçesiyle bazı polisler tutuklanmıştı. O sırada, ulaştığımız bilgiler, 2008-2012 yılları arasında, toplam 684 bin personele en az 2, en çok 24 maaş taltif ödülü verildiğini ortaya koyuyordu. Meğer Emniyet teşkilâtı görevlilerinin %91’i bu imkândan yararlanmış. Rakamlar da çok küçük. 5 ilâ 10 bin lira arasında değişiyor.
Aklıma takılan ikinci husus şu: Uzun, madem böyle bir tertibi biliyordu, niçin bugüne kadar sustu? Öğrendiklerini, iktidar mensuplarıyla paylaşabilirdi. Susup beklemek, adeta pusuya yatmak ve sonradan “fırsat bu fırsat” diye ortaya çıkarak, yolsuzluklara bulaştığı konusunda ciddi şüpheler olan birileriyle el ele tutuşmak, önemli bir karakter zaafını yansıtıyor.
Uzun’un, Cemaat takıntısı, Daire Başkanlığı’ndan ayağının Cemaatçi polisler tarafından kaydırıldığı düşüncesine dayanıyor. 2006 yılında, İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan, hükümet yetkililerine, Şemdinli olayıyla ilgili bir bilgi notu ulaşmıştı. O notta, askerlerin, Şemdinli soruşturmasını engellemeye çalıştıkları anlatılıyordu. Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın, faillerden Astsubay Ali Kaya için, “Tanırım benim askerim; iyi çocuktur” demesinin, yargı sürecini etkilemeye yönelik olduğu hatırlatılıyordu. Sabri Uzun bu bilgi notundan dolayı, askerin talebi üzerine, Daire Başkanlığı’ndan alındığını düşündü. Bilgi notunu kendisi yazmadığı için de “Cemaat tarafından oyuna getirildim” kanaatine sahip oldu. Oysa Sabri Uzun’un TBMM Şemdinli Komisyonu’na verdiği ifadeler de aynı istikametteydi. Kendisine, “Hakkâri’deki bu patlamalar ve Umut Kitabevi’ne konulan bombanın yol açtığı ölüm hadisesi önlenemez miydi” sorusunu soran milletvekillerine Sabri Uzun \'Hırsız evin içinde olursa kilit işe yaramaz\' cevabını vermişti. Uzun’un Komisyon ifadesi çok çarpıcıydı. Bu sözleriyle olayın, “PKK’nın değil devletin işi olduğunu” açıklıyordu. (Benim kanaatime göre de devletin işiydi. Çünkü o tarihe kadar Hakkâri’de peş peşe patlayan bombalar, birden bire kesiliverdi.)
O günkü AK Parti, askeri müdahaleden çekiniyordu. Bu yüzden, Yaşar Büyükanıt’ın, Sabri Uzun’un görevden alınması talebini kabul etti. O bilgi notu, -Uzun tarafından yazılmamış bile olsa– kendisinin komisyondaki ifadesiyle aynı içeriğe sahipti. Uzun, Hakkâri’deki patlamaların ve Şemdinli’deki Umut Kitabevi’ne yönelik saldırının “derin devlet”in işi olduğunu düşünüyordu. Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın meslekten ihracı gibi, Sabri Uzun’un da İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan alınması, ülkede askeri iradenin egemen olmasının bir sonucuydu.
17 ve 25 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra “cadı avı” başladı. Cemaat’in günah keçisi ilan edildiği günümüzde, bu kervana katılmak hiçbir risk taşımıyor; aksine ödüllendirilme imkânı yaratıyor. Herkes karakter testinden geçiyor.
Türkiye ve şiddet
Gümrük ve Ticaret Bakanı Nurettin Canikli, “Paris saldırısından sonra Türkiye’de de benzer saldırıları beklemek gerekir” dedi. Eski MİT’çi Cevat Öneş de Türkiye’de cihatçıların uyuyan hücrelerinin olduğunu söyledi. Öneş’inki objektif bir tespit. Cihatçı kadroların Türkiye’de barınabilmelerine müsait bir ortam bulunduğundan ve bunun büyük bir risk teşkil ettiğinden söz ediyor.
Nurettin Canikli ise 2003’ten beri AK Parti’yi devirmeye yönelik cunta teşebbüslerini, Gezi olaylarını, 17-25 Aralık operasyonlarını hatırlatıyor, birtakım şiddet olaylarının ülkeyi istikrarsızlaştırmak amacıyla ortaya çıkabileceğini belirtiyor. Canikli, “silahlı cihat” üzerinde hiç durmuyor, hedefin hükümet olduğunu vurgulamak suretiyle, yeni bir mağduriyet zemini hazırlıyor.
Türkiye’yi kapsayacak bir şiddet dalgası ihtimalinin üzerinde Fuat Avni de duruyor. O da başka bir maksada işaret ediyor: “Cemaat’i terör örgütü ilan etme işi MİT’e havale edildi. Büyük bir şehirde, onlarca masum insanın ölebileceği eylem planı MİT tarafından organize edilebilir ve Cemaat’e mal edilebilir.”
Tahşiye operasyonuyla, Cemaat’i terör örgütü ilan etme planı tutmadı çünkü iddialar saçma sapandı. Sonuç almak için, eski derin devlet uygulamalarına benzeyen bir yöntem uygulanabilir mi? Taşlar o kadar yerinden oynadı ki, her şey mümkün. Aman dikkat!!!
Akyol’dan değerli bir kitap
Taha Akyol’un “Türkiye’nin Hukuk Serüveni” isimli eseri, Doğan Kitap’tan yayınlandı. Akyol, İslâm hukuku ve demokrasi konularını, herkesin anlayabileceği sade bir dille anlatıyor. Dünkü olayları naklederken sık sık bugünkü gelişmelere ışık tuttuğunu görmek mümkün.
Dünyada en çok merak edilen ve tartışılan konulardan biri İslâmiyet’in demokrasiyle bağdaşıp bağdaşmadığı hususu.
“Evet, bağdaşır” diye cevap veriyor Akyol. Zira Kur’an-ı Kerim, bir yönetim şekli belirlememiştir: “İslâm, Kur’an-ı Kerim ve peygamber etrafında bir toplum ve devlet yaratmış. Fakat peygamber bu dünyadan çekilince, yöneticilerin nasıl tespit edileceğine dair hiçbir kural koymamıştır. Onun için 4 büyük halifenin hepsi farklı usullerle seçilmiştir.”
Taha Akyol’un halifeliğin saltanata evrilmesine yol açan Muaviye hakkında yazdıkları da hukukla sınırlanmayan bir iktidarın keyfiliğe nasıl dönüştüğünü anlatıyor. Akyol, Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sında, hukukçuların yetersizliğinden ve susturulmuş olmalarından söz ettiğini söylüyor: “Önceleri Şam’da oturan Sahabe fıkıhçıları tükenmiş olup, diğer Şam ileri gelenlerinin ekseriyesi Kur’an hükümlerine vakıf olmadığından, Muaviye’nin hataları fark ve temyiz edemezlerdi. Oldukça vakıf olanlar da ağız açamazlardı.”
Akyol, Cevdet Paşa’nın bu tespitinden yola çıkarak, “Kabaran siyasi güç hırsı, hiçbir zaman kendisini sınırlayacak hukuku sevmez” sonucuna varıyor: “Muaviye’nin maksadı, Hz. Ali’ye karşı iktidar savaşıydı. Şam Valisi Muaviye, o zaman çok büyük bir gücü ifade eden kabile asabiyesini, tutkusunu harekete geçirdi. Bu güç karşısında, Kur’an’ın kabileciliği yasaklayan hükümlerini ve hukukun üstünlüğünü uygulayacak güçlü bir hukuk kurumu henüz yoktu. Cevdet Paşa’nın dediği gibi, fakihler, yani hukukçular ya gidişin farkında değillerdi ya da Muaviye tarafından susturulmuşlardı. Cevdet Paşa ağız açamadıklarını söylüyor.”
4 halife döneminden başlayarak Osmanlı’yı da içine alacak şekilde, Müslüman dünyada hukuki gelişmelerin farklı aşamalarına değinen Akyol, tartışmayı Cumhuriyet dönemine kadar uzatıyor. AK Parti hükümetinin icazet aldığı, danıştığı, adeta fetva makamı gibi gördüğü Hayrettin Karaman’ın düşüncelerini de irdeliyor. Onlara karşı kendi görüşlerini yazıyor.
Sadece mazimizi öğrenmek için değil bugünü de doğru yorumlamak amacıyla kaleme alındığı belli olan “Türkiye’nin Hukuk Serüveni”ni okumanızı hararetle tavsiye ederim.
|