Başörtülü kızlara ve kadınlara karşı bir “peşin hükmüm” vardı. Bu iki kelimeyi olumlu anlamda kullanıyorum burada. Onları, “masum”ve “mazlum” olarak görürdüm. Aynı şekilde bir dindarın her zaman diğer insanlardan daha “dürüst” davrandığını düşünürdüm.
17 Aralık’tan sonra, bütün bu inançlarım yerle bir oldu. Dindar görünenlerin aslında her zaman samimi olmadıklarını, menfaat uğruna ahlakilikten uzaklaşabileceklerini, güce ya da çıkara kolayca boyun eğdiklerini müşahede ettim.
“Ya başörtülü bacılarımız” deyip, zor zamanlarında bağrımıza bastıklarımız… Ne çabuk masum ve mazlum hallerini kaybedip, bir anda zalim oluverdiler. Hele bazıları pek cazgır. Bana kızıyorlar. Çünkü “17 Aralık ve 25 Aralık darbe değil” diyorum; “HSYK seçimlerinde amaç, hükümet yandaşlarını kurula egemen kılarak, yolsuzluk dosyalarının üzerine örtmek” diye yazıyorum; Cemaat’e karşı başlattıkları “cadı avına” katılmadığım gibi, bugünün mazlum ve mağdurlarını, yani onların zulmettiği kişileri savunuyorum.
“Geçmişten gelen bir ezikliğin yansıması mı” desem yoksa “Cehaletinin ortaya çıkmasının tepkisi mi” bilemiyorum. Bunlardan biri bana hücum etmiş. Aydın Doğan’ın aleyhindeyken, nasıl bugün Kanal D’de program yapabilirmişim… Cevabı basit. Çünkü ben, o“kindar nesil”den değilim. 28 Şubat süreci kapanınca, yani Kanal D’deki programımdan çok önce, 2003’te, Aydın Doğan ile helalleştik ve beyaz bir sayfa açtık. Bir başka ifadeyle, her medeni insan gibi davrandık.
Kızımız yazıyor: “Sen Tansu Çiller’in çaycısı, Mesut Yılmaz’ın yağcısıydın.”
Bu da doğru değil… Ben Tansu Çiller’in dostuydum hâlâ dostuyum. Ama Başbakan olduğunda hiç görüşmedik. Ancak evime geldiğinde çay ikram etmiş olabilirim. Tıpkı onların evine gittiğimde Tansu Hanım’ın bana çay ikram ettiği gibi. Mesut Yılmaz’ın Başbakanlığında ise ben zaten Fazilet Partisi’ndeydim. Dolayısıyla muhalefetteydim. Yeni Şafak’ta yazıyordum.
Kara propaganda erbabı bütün AKTrol takımı bilsin diye bu açıklamaları yapıyorum. Siyasi hayatımda hep istikrarlı bir çizgiyi muhafaza ettim: Merkez sağ. Uzun süre Demirel’i, Adalet Partisi’ni ve Doğru Yol Partisi’ni destekledim. Demirel-Özal çekişmesinde Demirel’in tarafını tuttum. 28 Şubat sürecinde bu çizgiden koptum. Demirel Cumhurbaşkanı’yken onu eleştirdim; 28 Şubat mağduru Erbakan’dan yana tavır aldım. Sırf, askere meydan okumak maksadıyla Fazilet Partisi’ne girdim. Sonra da Fazilet Partisi’nin Yenilikçi grubunun devamı olan AK Parti’yi desteklemeye başladım. Ne zamana kadar?.. 17 Aralık 2013’te, bu ekibin büyük bir yolsuzluğa bulaştığını öğreninceye kadar.
“Darbeci” diyenlere de bir çift sözüm var: 12 Eylül’de darbecilerle yan yana olsaydım, Tercüman Gazetesi 3 kere benim yazılarım dolayısıyla kapatılır, ben de cezaevine girer miydim? Gazeteciler Cemiyeti, 12 Eylül sonrası ihdas ettiği “Basın Özgürlüğü” ödülünü ilk bana verir miydi ya da Ecevit, “Özgürlük mücadelesini takdir ettiğim Nazlı Ilıcak” ithafıyla “Bir Ağır Söylev” isimli şiirini bana hediye eder miydi?
Sanıyorsunuz ki bu düzen bütün adaletsizliklere, haksızlıklara, yolsuzluklara rağmen sürüp gidecek. Oysa her şey, dudakla, bardak arasında değişebilir.
Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için, kölelerini hiç dinlendirmeden çalıştırıyormuş. Bitkin düşen bir köle dayanamayıp zalim krala bağırmış:
-Bu kadar acele ediyorsunuz ama hiçbir zaman bu üzümlerden yapılan şarabı içemeyeceksiniz.
Bir süre sonra, üzümler yetişmiş. Kral, o köleyi huzura davet etmiş. Eline şarap bardağını alarak köleye demiş ki:
- Benim bu şaraptan hiçbir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin?
- Belli olmaz. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini bilemem.
Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeriye kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçedeki asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla bile içmeden dışarı fırlamış, domuzun yanına koşmuş. Yaban domuzu mızrak gibi azı dişlerini Sisam kralının karnına saplamış. Kral bostanda, bardak masada kalmış.
Sanma ki bu düzen, içinde barındırdığı bu kadar öfke, bunca gerilim ve hırsızlığa rağmen devam edebilir. Dudak ile bardak arasındaki mesafe gibi, siyasette de bir gün dahi çok uzun bir süredir.
Dün tarih oldu… Yarın bir sır.
Bazı insanlar, kişiliklerinin eksik yanlarıyla yüzleşmek yerine eksikliklerini başkalarının masumiyetine dil uzatarak kapatmayı ve sağır vicdanlarına karşı dürüst olmaktansa, ağır kusurlarını yükleyecek bir günah keçisi bulmayı tercih ederler.
Kuvvetler ayrılığı tehdit altında
Televizyonda HSYK meselesi tartışılırken ana nokta gözden kaçıyor. Seçimlere, hükümetin Yargıda Birlik Platformu’yla müdahil olmasının sebebi, gerçekten Cemaatçi yapılanmanın ayıklanarak daha özgür bir sisteme geçilmesi talebi mi? Eğer Yargıda Birlik Platformu kazanırsa ne olacağını Sulh Ceza Hâkimlikleri ile gördük. Gözaltı, tutuklama ve tutuklamaya itiraz kararlarını Sulh Ceza, Asliye Ceza ve Ağır Ceza hâkimleri verirken, -ki İstanbul’da bunların sayısı 200-300’ü buluyordu- şimdi sadece hükümetin eğilimini benimseyen 6 hâkim İstanbul’da yetkili. Bu yeni düzenlemenin sonucunda, polislere karşı operasyonun önü açıldı. Henüz hâkim ve savcılara sıra gelmedi. Bunun için, hükümetin emrinde bir HSYK hedefleniyor.
Amaç, daha bağımsız bir yargı oluşturmak ise alt derece hâkimlerin ve savcıların liste yerine tek bir adaya oy vermesi sağlanabilirdi. Bu fırsat hükümetin eline geçmişti. Nitekim yasa değişikliğiyle, Yüksek Yargı’daki her bir üyenin, HSYK seçiminde, tek bir aday için oy kullanması hükme bağlanmış, alt derece hâkim ve savcıların ise adli yargıda 11, idari yargıda 5 adaya birden oy vermesikararlaştırılmıştı. Anayasa Mahkemesi, Yüksek Yargı için, alt derece hâkim ve savcılardan farklı bir seçim sistemi benimsenemeyeceğini belirtti. “Ya herkes tek bir adaya oy versin ya da listeye” dedi. “Tek adaya oy” kullanma hakkı tanınsaydı, HSYK çoğulcu bir yapıya sahip olabilirdi. Ama hükümet, tercihini “liste” için kullandı. Demek iktidar açısından mesele, çoğulculuk değil kendi listesinin kazanması.
AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal’ın açıklamaları ise tam bir skandal. Seçimler istedikleri gibi sonuçlanmazsa, gayrimeşru ilân edeceklerini söylüyor. Yalçın Akdoğan da referanduma gidileceğini belirtiyor. Oysa referanduma gitmek için, önce anayasa değişikliğinin parlamentodan 330 oyla geçmesi gerekiyor. AK Parti bu çoğunluğa sahip değil. Ünal’ın dediği gibi, seçim sonuçları da gayrimeşru olarak ilân edilip, iptal edilemez. Zira demokrasi ne kadar yara almış olsa da hâlâ herkes anayasa ve yasalara bağlı.
Bu konuşmaları “gözdağı” olarak değerlendiriyorum. Oyları etkilemeye ve istedikleri sonucu elde etmeye çalışıyorlar. Hükümet listesinin kazanması, Yargı’nın Yürütme’nin emrine girmesi anlamına gelir. Kim seçilirse seçilsin ama o liste kazanmasın.
|