Seçim sonuçları beklenmeden kaleme alındı bu yazı. Birkaç saat beklenip sonuca muvafık bir yazı yazılabilirdi şüphesiz.
Nitekim, pek çok yazar bu yolu tercih ediyor; çünkü onun da bir mantığı var. Ancak, demokrasi ve hukukun tam oturmadığı bir ülkede seçim sonuçlarına göre hak ve adalet çıkarımı yapmak, çoğu kez yanlış bir yörüngeye doğru savuruyor bizi. Önümüzde sıra dağlar gibi dizilmiş problemler varsa, seçim sonucuna bakmaksızın söylemekle mükellef olduğumuz mevzular da var demektir.
Seçimi kazananın kim olduğu tabii ki çok mühim; ancak ondan daha önemlisi, kazanan kişinin ne yapacağı, ne yapması gerektiğidir. Zira Türkiye’miz, özellikle birkaç seneden beri yürütülen yanlış politikalardan dolayı içte huzursuz, dışta itibarsız bırakıldı maalesef. İçte huzursuz; çünkü bu ülkeyi yöneten iktidar kendisinden olmayan herkese karşı ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı bir nefret söylemi geliştirdi, o korkunç üslupsuzluk nedeniyle ülkeyi genel bir gerginliğe mahkûm etti. Liberaller, demokratlar, solcular, sağcılar, dindarlar, Aleviler, Kürtler, cemaatler, cemiyetler... İktidarın herhangi bir politikasını onaylamayan herkese devlet imkanlarıyla hakaret edildi, herkese düşmanca yaklaşıldı ve münaferet (karşılıklı nefret) havası oluşturuldu.
Eski cumhurbaşkanlarını da halkın bir bölümü sevmez, onaylamazdı; ancak toplum bugünkü kadar keskin bir şekilde hiç bölünmemişti. Yazık hem de çok yazık! Sevenleri kefen giyip meczubane bir yaklaşımla Eroğan’a sahip çıkıyor ve hiçbir hatasını görmeyerek (hatta o hatayı kutsayarak) sevdiği insana zarar veriyor, kötülük ediyor. Bir lideri mahveden, etrafında hakşinaslar yerine dalkavukların olmasıdır... Sevmeyenleri ise Erdoğan’ın taşıdığı başbakanlık sıfatını bile görmezden gelerek ondan nefret ediyor; iyi icraatlarını bile önemsemiyor. Böyle bir başbakan aynı mantıkla cumhurbaşkanı olsa Türkiye ne kazanır? Koca bir hiç! Erdoğan Köşk’e çıkar, aynı korkunç ve ayrıştırıcı dile devam ederse bu ülke bölünür; ruhen de parçalanır fiziken de. Goygoycular farkında değil ya da umursamıyor; ancak toplumun bütün katmanlarında baskılar sonucu sıkıştırılmış bir gerginlik var maalesef. Bu kutuplaşma ile sandığı kurtarabilirsiniz belki ama Türkiye’yi batırırsınız...
Köşk’e kim çıkarsa çıksın; daha gün ışımadan yapılacak ilk iş bellidir: Bu ülkede yaşayan her ferdin (dini, ırkı, mezhebi, etnik kimliği, siyasî tercihi ve kanaat seçimine bakılmaksızın) eşit olduğunu bildirip herkesi kucaklamak. Çankaya, parçalama merkezi değil, bütünleştirme kaynağıdır. O tepede siyasî çalımlar atılmaz, halkın bir bölümüne tuzak kurulmaz, insanlar birbirine düşman edilmez, anayasa ve yasalar ayaklar altına alınmaz. Kim orada oturursa otursun, halkın tamamını kucaklamazsa orada uzun süre duramaz...
Dışta itibarsız bir Türkiye var dedik. Aksini iddia etmek mümkün mü Allah aşkına! Amerika Başkanı Obama, Başbakan Erdoğan’ın telefonlarına çıkmıyor. Sebepleri malum. Daha düne kadar demokratikleşme konusunda atılan bütün adımları ayakta alkışlayan AB, Türkiye’nin hukuksuzluğa ve antidemokratik bir yörüngeye sürüklendiğine dair mesajlar veriyor. Suriye politikamız iflas etti. Bir haftada gider diye hesap yapılan Esed, 5. yılına giriyor ve ‘sandık’tan zaferle çıktı. Üstelik Rusya ve İran başta olmak üzere bulduğu müttefiklerle hem dünyaya meydan okuyor hem de Türkiye’nin içini karıştırabiliyor. Mısır’da takip edilen Türk dış politikası tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Hükümet, cesaret pompaladığı Mursi’ye zerre miktar yardım edemediği gibi, Mısır ile bütün bağlarını kopardı ve devre dışı kaldı. Üstelik askerî darbe ile yönetime gelen Sisi, ‘sandık’ta büyük bir zafer kazandı. Filistin ve Gazze konusunda nutuk çekmekten yorgun düştü politikacılarımız; oysa söylev değil görev bekleniyordu böyle zor günlerde. Musul konsolosluğumuz işgal edildi, 49 görevliden 62 gündür haber alınamıyor. Bu tastamam diplomatik bir skandaldır; hesabı verilmemiş bir skandal... Türkiye’de taşlar yerinden oynadı ve ülke hem içeride hem dışarıda rezil-rüsva edildi. Cumhurbaşkanlığı seçimi arınmaya, derlenip toparlanmaya, kendimize gelmeye vesile olabilir, yeter ki durumun vahameti idrak edilebilsin. Hukukun askıya alındığı, keyfîliğin demokrasi sanıldığı ve halkın inatla kamplaştırıldığı karanlık günlerde üzülerek şöyle demek zorunda kalırsınız: Kaybedeceksin! Kazansan da kaybedeceksin. Bu hazin akıbetten kurtulmanın tek yolu var: Zulmü terk etmek, hak ve adalete dönmek, bu ülkede her ferdin eşit olduğu gerçeğini kabul ederek kibir ve tahakkümden vazgeçmek...
Hâkimler, savcılar, militanlar
Ne demiş bir savcı Fatih Altaylı’ya? Tıpkı 12 Eylül darbesinde olduğu gibi 500 bin insanı tutuklayabilirlermiş. Devlet isterse böyle de yaparmış. Bu sözü sarf eden kişi, hâlâ savcılık yapıyor mu; yapıyorsa o binada hâlâ ‘Adalet Sarayı’ levhası duruyor mu? Mesleğine saygı duyan hiçbir hakim ve savcı, 12 Eylül’deki o korkunç yargıyı kendine örnek alamaz. HSYK uyuyor galiba. Siyasî yorumlar bile yapmış sayın savcı. Ortada hiçbir somut delil olmadığı halde ‘örgüt’ten bahsetmiş, ‘yurt dışı bağlantıları’ndan dem vurmuş... Bunları söyleyen kişi, bir kanun adamı mı siyasî yorumcu mu? Analize (!) bakın lütfen; ona göre kitle masummuş, iyi niyetliymiş ama tepede birileri varmış. O zaman yarım milyon insanı niye tutuklayacakmışsın beyefendi? Bu yaklaşımlar hukukî değil, siyasî; o yüzden bu tür konuşma yapanlar bir an önce cübbelerini çıkarıp soluğu parti merkezinde almalı ki ‘militan’ suçlaması ile karşı karşıya kalmasın. Bir savcı ya da hakimin ‘militan’ görüntüsü vermesi sadece kendilerini değil; adalete duyulan güveni sarsar.
Altaylı ile fikir cimnastiği yapan(!) savcı portresi beni şaşırtmadı; çünkü bugünlerde benzer hukuk dışı yaklaşımlara çok rastlıyoruz. Mesela savcının birine siyasiler tarafından ‘Cemaat’i bitirme görevi’ veriliyor ve “Kılıcın keskin olacak!” deniyor. Adam da bunu yutkunarak kabul edip eski dostlarına zulmetmeye söz veriyor. Bir başkası, müşteki olduğumuz bir davayı tersine çevirmeye ve dilekçe veren 5 yazara örgüt davası açmaya teşebbüs edebiliyor. Dilekçe vermek suçsa ve onu kabul eden savcı ve emniyet görevlileri suç işlemişse, bir başkasının dilekçesini kabul edip dava açan savcı da aynı duruma düşmüş olmuyor mu? Bir başka savcı, ifadesini aldığı bir kişiye Türkçe Olimpiyatları’ndaki kız çocuklarının durumunu eleştirerek anlatıyor ve dinî duyarlılık sergiliyor. “E birader o kadar duyarlıysan damat tarafından çıkarılan gazete ve TV’lerdeki pornografik yayınları da eleştir!” denemiyor; çünkü hukuka saygılı insanlar savcılık odasında böyle şeyler konuşulmaz sanıyor. Ama savcılar bunları konuşuyor. Bir diğer savcının dinî argümanlarla cemaate saydırdığını gören biri, o adamın Ramazan günü sigara tüttürdüğüne rastlarsa ne diyebilir? En tabii hakkını kullanan avukatımıza hem kaba davranıp olay çıkaran hem de adliye koridorunda ‘yürü anca gidersin’ diye hakaret sıralayan kişilerin savcılık görevi yaptığına nasıl ikna olabilirsiniz? Ey HSYK, bırakın insanların mağduriyetlerini, meslek onurunuz yerle bir oluyor; farkında değil misiniz?
Bir de aleniyet kesbetmiş hadiseler var: Hakimin odasında “Kaç İsmail kaç!” denebiliyor. Bir polis memurunun ifadesi alınırken kimliği belirsiz bir adam da savcının odasında bulunuyor ve polise iftira etmesi için baskı yapılabiliyor. Olumlu cevap alamayınca öfke patlaması geçiren kişi hâlâ bilinemiyor. Bunu bir savcı içine sindirebiliyor...
Her meslek bir miktar militanlığı kaldırabilir; ama hukuk asla! Adalet mekanizmasındaki yanlışları gören kişiler arasında (ne güzel bir tevafuk ki) çok sayıda Yozgatlı bulunuyor. Meclis Başkanı Cemil Çiçek, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç. Hepsi hukukçu. Bu değerli insanlara Yassıada Hakimi Salim Başol’un da Yozgatlı olduğunu hatırlatmama gerek var mı? Bari değerli bir fikir adamı ve iyi bir hukukçu olan Taha Akyol’un uyarılarını dinleyin. Hemşehriniz Akyol, yeni Salim Başol’ların zuhuruna işaret ediyor. O Başol ki sadece ‘yiğidin harman olduğu şehir’in değil; Türkiye’nin utancıdır; çünkü hukuk adamı olmayı değil; militan olmayı tercih etmiş “Sizi buraya tıkan güç böyle istiyor!” diyerek hukuk tarihine kara bir leke sürmüştür. Sayın Bozdağ, bakanlığınızdaki hukuk skandallarına lütfen bir bakın; tarihte Başol’un yanında yer almanızı asla istemem. Kim ister ki!
Yeni medya düzeni
Başbakan Erdoğan âdet edindi; kafası bozuldukça bir yazara, yayın grubuna ‘Eyy!' diye başlayan tehditler savuruyor. Ve çoğunda netice de alıyor maalesef. Doğan'a, Demirören'e, Ciner'e bağırdı çağırdı hep. İşten atılan gazete yöneticileri, telefon ahizesine dönüşen görevlileri bu dönemde gördü Türkiye. Boyun eğmeyenlere vergicileri gönderdi, emre amade havuzcuları korudu kolladı. Tabii ki yapılanlar suç. Basın özgürlüğüne aykırı olduğu gibi demokratik hukuk rejimine de yakışmıyor.
Geçen hafta “Eyy Aydın Doğan!” diye bağırdı Başbakan ve Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu istifa etti. Yerine gelecek kişinin kâbusu işte bu “Eyy!” nidası olacak. Teslim olan gruplar mutlu mu? Tabii ki hayır. Teslim olanın üzerinde tepinen o kadar çok adam var ki bu ülkede. Hafta içinde Amberin Zaman'a çok ağır laflar söyledi Başbakan. The Economist muhabirine söylenen sözler Türkiye'yi dünyaya rezil ediyor; ama güç sarhoşlarının umurunda değil bu kötü imaj. Mehmet Baransu gözaltına alındı. Utanç verici bir başka manzara. Freedom House, Türkiye'yi basın özgürlüğü sıralamasında bir alt kümeye düşürmüş ve özgürlüğün olmadığını dünyaya duyurmuştu. Haksız mı? Havuzlar kurup borazan medya inşa etmeniz yetmezmiş gibi her farklı sesi boğmaya kalkarsanız bu ülke dünyaya rezil olmaz mı?
11 Ağustos 2014, Pazartesi
|