Ne trajikomik ama!
Türkiye döndü dolaştı, bin dört yüz yıldır yakasını kurtaramadığı siyasal İslâm’ı yeniden keşfetti.
Sorunlar yumağına değgin olarak “öyle mi olsun, böyle mi olsun”luğu, halâ Kur’an hükümlerinde aramakta karar kılacağa benziyor.
Zira hemen her konuya dinsellik egemen.
Hangi meseleye yönelmeye kalkılsa, içinden geçilecek tek geçit var: Siyasal İslâm kapısı.
Din, başka işlevleri de olmakla beraber esas olarak kadim bir “hukuk kaynağı”dır.
Eğer Türkiye umurunu yeniden dinde arayan bir ülke olacaksa, en fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde korkarım çağdaş hukukla ilgili problemlerini gene çözemeyecektir.
Çünkü din, tören ve ritüellerle gelir fakat orada durmaz. Gönüllere nüfuz ettikten sonra dogmatik bir tabuya dönüşür ve “aklı” kovar. Herkesi vahye tabi kılmak suretiyle “her kafadan bir ses” çıkmasının önlendiği bir düzen kurar.
Bu ise toplumdan, tıpkı vücuda iyice sarıp sarmalanmış yekpare demirden bir zırh kuşanarak koşup zıplamasını istemeye benzer.
Teolojik yapıların izahını yaparken, elbet de sosyoekonomik, kültürel ve siyasal bin türlü nedensellik gözardı edilmeyecek ve yadsınmayacaktır ama içine doğduğu coğrafyanın diğer özellikleri de unutulmayacaktır.
Örneğin Hıristiyanlık da Ortadoğu menşeli bir dindir ama bugünkü yeryüzü görüntüsüyle acaba bu tür bir imajı kalmış mıdır?
Kuzeyli Hıristiyanlar; Finliler, İsveçliler, İngilizler, İzlandalılar, bütün Baltık halkları, kendilerini Ortadoğulu gibi mi hissediyorlar?
Akdeniz havzasının kuzey kıyıları; Yunanlılar, İtalyanlar, İspanyollar nasıllar peki?
Saçlarını yalayan çöl rüzgârları mı?
Kum mu gözlerine dolan?
Ya Orta Avrupalılar; Avusturyalılar, Macarlar, Çekler mi, kıyısından köşesinden olsun Ortadoğulu?
Dünyanın uzak noktalarını; Amerikaları, Yeni Zelandaları, Avustralyaları saymıyorum bile.
Var mı, kendilerini Arap klanlarının mutat kavgalarıyla bir tutan?
Yok!
Çünkü Hıristiyanlık, tasını tarağını topladığı gibi göç etmiş o diyarlardan.
Ama Müslümanlık, en fazla gurbete çıkmış; her fırsatta da günlerini oraları sayıklamakla geçiriyor.
Bu kültürden, onun sosyopolitiğinden kurtulmadıkça hiçbir şeyin düzeleceği yok!
Hıristiyanlık bile, doğduğu yer olan Ortadoğu’nun yapısal bağlarından koptuğu oranda maddi hayata ayak uydurabilmiş; dinsel siyasetin yörüngesinden uzaklaştığı ölçüde değişimlere ayak bağı olmaktan çıkabilmiştir.
Bu coğrafyanın Cebelitarık’tan Hint Denizi’ne kadar uzanan kaderi, “çöl ile vaha”ilişkisinde saklıdır.
Verimliliği keçiboynuzunun balı kadar olan bu toprakların halkları, yeryüzü bileşenlerinin yetmeyip tanrısal söylemlerin devreye sokulmasıyla dahi dirlik düzene kavuşamamış; toplumsal bütünlüklerini sağlamaya Allah’ın vahyi dahi yetmemiştir.
“Üretimi ve üleşimi”parçalı olan coğrafyaların, insani organizasyonları da parçalı olur.
Yapısal kaderi böyle olan bir Ortadoğu’ya özenmek ise, dağılmaya heveslenmekle eşdeğerdir.
“Türk’üyle Kürt’üyle, Çerkes’i Boşnak’ı Arnavut’uyla, Laz’ı Arap’ı Roman’ıyla”diyerek her seferinde otuz altı klânın tekmilini birden saymaktan geri durmayan Başbakan, bizim buraları da tıpkı Araplarınki gibi, “çöl ile vaha”nın üretim ilişkileri içine oturtabileceğini sanıyor.
Bir gün olsun çıkıp da “Brandenburglusu Bavyeralısı, Hansalı ve Saksonyalısıyla...veya Katolik’iyle Protestan’ıyla...Almanya” dediğini duydu mu acaba Merkel’in?
Duyamaz, çünkü uygarlık “birey hak ve kültürü”yle böyle şeyleri çoktan aştı.
Oysa bizimki, toplumu, klânlar hâlinde barış içinde yaşayacağı, hâlâ evrimini tamamlayamamış, birbirinden izole öbekler gibi görüyor.
Dinsel siyaset, probleme bu yanıyla merhem olmak içindi.
Bizdeki temsilcisi de Erdoğan’dır.
Seçimde ona oy vermek, geri yaşam biçimini istemekle aynı sayılacaktır.
|