Dün sabaha karşı yapılan operasyonlar AKP hükümeti ile Fethullah Gülen cemaati arasındaki savaşta yeni bir dönemin habercisi. Ayrıntılarına baktığımızda, yakın geçmişteki Ergenekon, Balyoz, Odatv, KCK gibi operasyonlara çok benzediğini görüyoruz, ki bunların arkasında büyük ölçüde Cemaat, daha doğrusu onun yargı, polis ve medyada kurmuş olduğu üçgen vardı. Tabii dün olduğu gibi bugün de operasyonun arkasında siyasi irade, daha açık konuşulacak olursa bizzat Başbakan Erdoğan var. Kaderin garip cilvesi şu olsa gerek: Dün siyasi iradeden gördükleri teşvik, aldıkları destekle bir döneme damga vuran polis şefleri, bugün aynı irade tarafından benzer yöntemlerle tasfiye ediliyor.
Her şeyin 180 derece tersine dönmesinin, Cemaat ile hükümet arasındaki ilişkilerin iyice bozulup aleni bir savaş halini almasının miladı 17 ve 25 Aralık 2013 tarihleridir. Eğer Cemaat’in o malum üçgeni, bazı bakanları, Başbakan’ın bazı yakın arkadaşlarını, bazı aile fertlerini ve dolayısıyla kendisini doğrudan hedef alan rüşvet/yolsuzluk soruşturmaları için start vermeseydi belki bütün bunlar hiç yaşanmayacaktı.
Stratejik yanlışlar
Gülen cemaatinin ilk stratejik yanlışı bu realiteye aşırı anlam yüklemekti: yolsuzluk iddialarının Erdoğan ve çevresini “kötü”, bunlarla savaşıyor görüntüsünün de kendilerini “iyi” göstermeye yeteceğini düşündüler.
İkinci olarak, içeride ve dışarıda Erdoğan’ın tasfiyesini arzulayan, bunun için çaba sarf eden odakların güçlerini yanlış hesapladılar. Kaldı ki, Erdoğan karşıtlığında belli bir noktada buluşabildikleri bu güçlerden bazıları ihtiyatlı davranıp Cemaat ile mutlak bir ittifaka girişmedi.
Bununla iç içe geçmiş üçüncü bir yanlış da Erdoğan’ın gücünü, direnç gösterme ve cevap verme kapasitesini tam hesap edememeleriydi. Buna bağlı olarak en yakınlarının, hatta belki de Erdoğan’ın ellerine kelepçe vurmasını bekledikleri polis şeflerini AKP lideri kelepçeleyebildi.
Cemaat’in hiç mi kusuru yok?
Son olarak, bu yazının esas konusu olan, olayın toplumsal boyutuna gelelim: Malum, bu tür sert çatışmalarda, doğrudan taraf olmayan kesimlerin tavırları yer yer çok etkili, hatta belirleyici olabiliyor. Nitekim her iki taraf da üçüncü şahısları olabildiğince yanına çekmeye ve kendi yanlarında sahaya sürmeye çalıştı. Şu ana kadar hükümetin bu konuda daha başarılı olduğu kesin. Bunun hiç kuşkusuz ilk nedeni, ellerindeki imkanları sonuna kadar kullanarak diğer İslami cemaatleri, medyanın büyük bölümünü kendi çizgilerine çekebilmeleridir.
Ama hükümet bir şey daha yaptı, Cemaat ile ortak geçmişleri hakkında, “Çok safmışız, bizi kandırmışlar” gibi sözlerle mahçup da olsa pişmanlık işaretleri verdi. Bu da geçmiş konusunda Cemaat’e daha fazla öfkeli olanlar için hükümetle yan yana durmada yeterli olabildi.
Cemaat ise hiçbir şekilde yakın geçmişe yönelik bir özeleştiriye girişmedi. Bazı polis şefleri ve savcıların dillendirdiği, “yaptığımız her şeyden, attığımız her adımdan Başbakan’ın haberi vardı” iddiasını kalkan yaparak yanlış yapmadıklarını, yanlışlar varsa da bunların yegane sorumlusunun hükümet olduğunu göstermeye çalıştılar. Cemaat sözcülerinin Ahmet Şık, Nedim Şener, Hanefi Avcı olayları hakkındaki tavırlarınıysa kısaca “pişkinlik” olarak özetleyebiliriz. Bu komplolardan birinci derecede sorumlu kişiler ve onların medyadaki uzantıları öyle açıklamalar yaptılar ki, insan Ahmet, Nedim ve H. Avcı’nın, sırf Cemaat’i zor durumda bırakmak için kendi kendilerine komplo kurduklarını düşünebilir.
Sonuçta dün sabah yapılan ve tıpkı yakın geçmişteki Ergenekon, Balyoz, KCK soruşturmalarında olduğu gibi, son derece rahatsız edici yönleri bulunan operasyonlara Cemaat dışı çevrelerden çok da fazla itiraz gelmedi. Eğer üçüncü şahısların çoğu, gözaltına alınanlarla dayanışma refleksi göstermek yerine, “etme bulma dünyası”, “su testisi su yolunda kırılır”, “keser döner sap döner...” gibi cümlelerle kayıtsız bir tutumu tercih ediyorsa, Cemaat bunun sorumlusunu dışarıda değil kendi içinde aramalıdır.
Zira Gülen cemaati hiç de sütten çıkmış ak kaşık değil ve kamuoyu da büyük ölçüde bunun farkında.
|