Ne bıktım bilemezsiniz.
Oldum bittim hep aynı makaranın döndüğü “devamlı matine”nin bir filmi gibi, bu ülkede siyaset.
Yetersiz ve yeteneksiz, kulluğa teşne politikacılarıyla...
Halkın tepesine Hitchcock’un kuşları gibi tünemiş bürokrasisiyle...
Adalet üretmeyen ve dağıtmayan hukukuyla...
Bilim yapmayan üniversiteleriyle...
Ranta yatmış sömürgen sermayesiyle...
Ruhunu Mefisto’ya satmış medyasıyla...
Hâsılı, özgürlüklerin Araf’ta tutulduğu toplumsal bir sahnede...
Yalancılığın ve yalakalığın, riyakârlığın ve kaypaklığın ve de müfteriliğin prim yaptığı kaba saba bir vodvil oynanıyor, kapalı gişe.
Yargısı siyasallaşmış...
Dinsel inançları siyasallaşmış...
Askeriyesi siyasallaşmış...
Polisi siyasallaşmış...
Ama asıl siyasallaşması gerekenler bakımından bu çirkin düzen, tam işçilere, köylülere, sıradan memurlara, öğrencilere, kadınlara geldi mi, o lâhza istop etmiş.
Şimdi adamın biri çıkmış, bütün nadanlığıyla, hem de tek başına, yakasından kavradığı gibi onu silkeleyip duruyor.
Buralarda güç kimdeyse onun esip gürlemesine bakarak vaziyet alındığını daha belediye başkanıyken çakozlamış biri olarak, karikatür hâline getirmediği ne havalı bir parlamento üyesi bırakmış, ne korku salan bir yargıç, ne yanına “üç Kûlhuvallah bir Elham” okumadan yanaşılan general, ne mangır sesine duyarlı medya yazar çizeri, ne de cukkacı para babası.
Hepsinin meşrebine göre şerbetini verip, hepsini sustalı maymuna çevirmiş, bir güzel.
Ne ki, gücün lezzetine vardıkça Dolapdere’nin tiner soluyan bağımlıları gibi gittikçe dağılmış; dağıldıkça da ipin ucu iyiden iyiye kaçıp gitmiş.
Yaptığı açılışların makas ve kurdelelerini biriktirir gibi, çamaşır bükercesine sıkıp çıkardığı hepsindeki güç iksirini, imha etmek yerine kendi içince, o esriklikle artık “Ene’l Hakk” demesine de pek bir şey kalmamış.
Ne bir kurumun kavilikle ayakta durduğu, ne kimsenin onuruyla yerini koruduğu görülmüş.
Nasıl mümkün olsun ki?
Yetmiş yedi milyonluk nüfusuna, yirmi milyona varan öğrencisine, bir milyona yakın öğretmenine rağmen; birkaç bin basan nitelikli bir kitap, on dakikada tükenecek yerde on sene boyunca kitapçı raflarında sürünüyorsa...
Örneğin, 2004 baskısı bilimsel bir eser, 2014’te bile hâlâ bulunabiliyorsa...
Eğer bu ülkede Marx’ın Kapital’ini okumadan solcu..
ortaokul resmî bilgi birikim yöntemleriyle Atatürkçü...
âdetâ müteahhitliğini kendisi yapmış gibi, “cennet”in nasıl bir yer olduğunu televizyonlarda saatlerce ballandıra ballandıra anlatan paragöz şarlatanları kaval gibi dinleyerek dinci olunabiliyorsa...
ve sonunda toplumu yukarıdan aşağıya biçimlendirmenin antidemokratik vasfını fark ederek AKP’yi iktidar yapan bir halk hareketi, siyasal gücün toksik etkisiyle bu sefer de sultanlığa direksiyon kıran baştaki lider yüzünden o meşum hastalığından bir türlü kurtulamıyor ve değişmeyen kaderiyle hep böyle paradoksal yaşıyorsa...
Acıması kusur kalsın. Bırakın da, ko varsın yıkılsın bu düzen!
Öyledir; “ah”ı gitmiş “vah”ı kalmış çağdışı paradigmalar, tıpkı 1908’de “Hürriyet’in İlânı”nda olduğu gibi, “hiç iktidarım yok iken şimdi o kadar büyüdüm, o kadar terakki ettim ki, elimi kaldırdıkça sadrazamlar devriliyor”diyen II. Meşrutiyet mebusu Hafız İbrahim Efendi’nin bile kendi gücüne şaşacağı kertede zayıflıklar sergilerler.
Önemli olan o yapının ne derece çürük olduğudur.
Erdoğanbize çağın dışında kalmış bir yaşam tarzını dayatarak, sultan mı olmak istiyor?
Bırakın olsun!
Evrensel bir modelin temellerini atmak varken, çarpık çurpuk çıkan “süt dişleri”ni kalıcı zannedip padişahlık üzerinden hayal kurmak kurnazlığının nasıl bir hüsranla biteceğini, azıcık olsun sosyoloji okumazsa, anlayamaz tabii.
Küçükken kendiliğinden dökülünce, matrağına “dişlerine dedesi yellenmiş”derlerdi.
Bu güç heveslilerinin takati de, anca o kadardır, bilesiniz ki.
|