Kara kış Suriyeli sığınmacıları vurdu.
Fatih’te derme çatma bir evde yaşayan Suriyeli Ayşe Ahmet: “Biz bir şekilde idare ediyoruz ama bebeğin kaç gündür sütü kalmadı.
Bir yanda açlık bir yanda soğuk, çok zor durumdayız”
Bir yandan soğuk, bir yandan açlık
Yerdeki ekmek ve zeytinleri gösteriyor Ayşe Ahmet. “Bugün bu zeytinleri bir hayırsever yoldan geçerken bıraktı” diyor.
Sonra devam ediyor: “Biz bir şekilde idare ediyoruz ama şu gördüğün bebeğin kaç gündür sütü kalmadı. Üstüne kış geldi, bir yanda açlık bir yanda soğuk, çok zor durumdayız” diyor. Ayşe hanım etrafımızı saran çocukları gösterek, “Bu gördüğünüz odada 15 kişi kalıyoruz, bu oda için bizden kira parası istiyorlar, şimdiye kadar elimizde olanı verdik ama elimizde verecek bir şeyimiz kalmadı. Yarın bizi burdan da çıkartacaklar, o zaman biz bu çocuklarla karda kışta ne yapacağız bilmiyorum” diye anlatıyor. Eşini soruyoruz, “Kocam hasta, belki yiyecek bir şeyler bulurum diye dışarı çıktı” diye cevap veriyor. Ayşe Ahmet, 40'lı yaşlarında, Suriye'deki savaştan kaçıp İstanbul'a gelen “resmi rakamlara” göre 330 bin sığınmacıdan biri. Fatih'te derme çatma bir evde çocuklarıyla birlikte “yaşam savaşı” veriyor.
Kışın en sert yüzünü gösterdiği şu günlerde İstanbul’un arka sokaklarında Ayşe hanım gibi yüzbinlerce Suriyeli sığınmacı “ağır” yaşam mücadelesi veriyor. Yaşlı, genç, çoluk çocuk, bu insanlar sıcak bir yardım eli bekliyor. Suriye'den ölümden kaçan sığınmacılar, hiç bilmedikleri bu topraklara geleli neredeyse dört yıl oldu.
Sayıları 2 milyona yaklaşan Suriyeli sığınmacıların birçoğu devletin açtığı kamplarda. Bir kısmı ise akrabalarının yanına yerleşti. Ancak bunların hiçbirini bulamayanlar da var. Yurtlarında gayet rahat bir hayatı olan insanlar, bir anda kendilerini sokakta dilenir buldu.
Bir odada 15 kişi
İstanbul'da buz gibi bir hava var. Rüzgarlı ve karlı bir gün, Fatih'in harabeye dönüşmüş mahallelerine doğru yürüyoruz. Kar, görüş mesafemizi azaltıyor. Dumanların tüttüğü bir sokağa giriyorum. Sokağın her iki tarafında, harabe evler, içerden çocuk sesleri geliyor. Ama kimse gürünmüyor. En son yüzü soğuktan kıpkırmızı kesilmiş, üzerinde ince bir kazak olan, kumral, mavi gözlü bir kız çocuğu kafasını camı olmayan pencereden uzatıyor. Kürtçe babasının evde olup olmadığını soruyorum. “Bavemın nel mal'e/Babam evde değil” diyor. Tam o sırada arkadan başka biri kafasını uzatıyor. Gazeteci olduğumuzu ve onlarla ilgili bir haber yapmak istediğimizi söylüyorum. Daha sonra isminin Abbas olduğunu öğreneceğim genç Arapçayla konuşuyor. “Buyrun içeri gelin” diyor.
Ev kentsel dönüşüm çerçevesinde boşaltılmış, yarısı yıkık iki odalı derme çatma bir yer. Evin arka kısmı yıkılmış, giriş kapısı yok. Girişte çok sert bir rüzgar esiyor. Evin arka tarafında pantolonu ve çorapları olmayan çıplak bir çocuk, o soğukta elindeki demir çubukla karla oynuyor. Bizi görünce hemen koşuyor ve bozuk bir Türkçe ile elini açıyor: “Api para”. Üç dört basamak çıktıktan sonra odaya giriyoruz. Oda toplanma kampı gibi; 15 kişi kalıyor, bir perde ile ikiye ayırmışlar.
27 yaşındaki Kobanili Abbas Mehem, çat pat Türkçesiyle, sobanın arkasını göstererek “Geç abi, sobanın arkasına otur, burası soğuktur” diyor. Kapının yanında çocuklarıyla oturan Ayşe Ahmet'in yanına oturuyorum. Çocuklar da meraklı gözlerle etrafımızı sarıyorlar. Ayşe Ahmet'in eniştesi olan Abbas anlatmaya başlıyor: “Biz Suriye'den geldik, bizim Suriye'de evimiz, işimiz, tarlalarımız vardı. Kimseye muhtaç olmadan geçimimizi sağlardık. Ancak gelgör ki bugün hiç bilmediğimiz bir yerde, muhtaç duruma düştük. Şu harabe eve ayda 350 TL ödüyoruz, gelirken yanımızda getirdiğimiz paramız tükendi, artık verecek paramız da kalmadı. Ne burda kalabiliyoruz ne de ülkemize gidebiliyoruz.”
İnsanlar halimizi görsün
Tekrar dışarı çıkıyoruz, dış cephesi tamamen çökmüş, penceresi ve kapıları naylonla kapatılmış bir evden biri çocuklu iki kadın çıkıyor. Çocuklu kadından fotoğraf çekmek için izin istiyorum. “Çekin oğlum çekin, insanlar ne halde olduğumuzu görsünler” diyor. Yanındaki yaşlı kadın ise “Çekmeyin ayıptır” diyor. Çocuklu kadın yaşlı kadına dönüp, “Her gün sokaklarda dilenirken ayıp değil, ama fotoğraf çekerken mi ayıp?” diye söyleniyor.
Karlı ve soğuk havada terk edilmiş sokaklarda yürümeye devam ediyoruz. Sokakta oynayan birkaç çocukla karşılaşıyoruz. İsimlerini soruyorum, konuşmuyorlar. Sadece Mustafa'dan cevap geliyor. Ellerinde çöpte buldukları defter ve kitaplar var. Okula gidip gitmediğini soruyorum, “Suriye'deyken okula gidiyordum. Ama şimdi gidemiyorum” diyor.
Okula gidip önce Arapça, sonra Türkçe öğrenmek istediğini söyleyen Mustafa'ya ne olmak istediğini soruyorum, önce “Bilmiyorum” diyor. Yanındaki kız çocuğu ona “Polis ol, polis ol” diyor. Mustafa susuyor. O zaman sen bir şey olmak istemiyorsun diyorum. Birden “Hayır ben hastanede çalışmak istiyorum” diyor. Doktor mu olmak istiyorsun diyorum, “Evet” diye cevaplıyor. Neden sorusunun cevabı Suriye'deki savaşı unutamadığını gösteriyor: “Suriye'de çok insan öldü, benim arkadaşlarım da öldü, ben de bu insanların hayatlarını kurtarmak için hastanede çalışmak istiyorum.”
Bize yardım etsinler
Kara kışın gelmesi ile birlikte sayıları yüzbinleri aşan Suriyeli ve Iraklı sığınmacılar için belediyelerin açtıkları geçici sığınma yerleri yetersiz ya da birçoğu çocuklu aileler olduğu için gitmek istemiyor. Bu insanlar İstanbul'un en ücra ve harabe yerlerinde, bazen dilenerek bazen çöp toplayarak, hayatta kalmaya çalışıyor. Kışın gelmesi ise Abbas'ın deyimiyle onların “elini kolunu iyice bağlamış” durumda. Tek istedikleri, bu kara kışta sıcak bir yardım elinin uzatılması.
|