Bir insanın yüzüne, gözlerinin içine bakarak yalan söylemek…
Bir insanı kandırmak, dolandırmak…
Söylediğini, üç-beş dakika, üç-beş saat, üç-beş gün, üç-beş ay, üç-beş yıl sonra unutmak, tersten söylemek, yadsımak (inkâr etmek), söylemediğinde ısrarcı olmak…
Yalan dolanlarla, kandırmalarla insanın huzurunu, mutluluğunu, işini, gelirini bozmak… Sıkıntılara, bunalımlara sürüklemek… Canına kıyma noktasına getirmek…
Nasıl bir şey?!.
Bunları ve benzerlerini yapan, yaptıran nasıl bir “ruh yapısı”na sahiptir?!.
Kendisiyle baş başa kaldığında, hiç mi muhakeme yapmaz, kendini sorguya çekmez?!.
Başını yastığa koyduğunda, iç rahatlığı içinde midir, gözlerini kapayıp uyuyabiliyor mu?!.
….
Başka yığınla örnek ve sorularla, bilgilerine, bilgeliklerine güvendiğim psikologlarla konuştum… Beni bağışlasınlar, anlattıklarından “tatmin” olmadım…
Uzun uzun düşündüm… Böyle bir insanı, psikologlar dışında başka kim anlatabilirdi?!.
Birden kafamda şimşekler çaktı… “Buldum” diye bağırdım, yerimden fırladım…
Böylesini anca, onun gibi biri anlatabilirdi, kafamdaki soruları yanıtlayabilirdi…
…..
Usuma, 90’lı yıllarda gazetelerin “Günümüzün Sülün Osman’ı” diye yazdığı geldi … (Sülün Osman, 60-70’li yıllarda, İstanbul’daki Galata Köprüsü’nü, Anadolu’dan çalışmaya gelen saf insanlara satardı, onların ceplerindeki paraları alır, kayıplara karışırdı. Kandırılan, dolandırılan, ceplerindeki paraları kaptıran Anadolu’nun saf insanları acı gerçeği çok geçmeden öğrenirlerdi. Yıkılırlardı. Polise, karakola gitmekten, şikâyetçi olmaktan başka yapacakları bir şeyleri yoktu…)
Usuma gelen “günün Sülün Osman”ını, nerede bulabileceğimi düşündüm; buldum: İki-üç ay kadar önce, yakınının cenazesinde karşılaşmıştık… Arkadan, Cem Yılmaz’a benzetmiştim… Ayaküstü söyleşide, bana, çevresini saran insanlara öyle şeyler anlatıyordu ki!.. Sanırsınız karşınızda, her şeye, her yere, herkese istediği an “hükmeden” derin devletin yetkilisi vardı!..
Sağ yanında dikilen, namazında niyazında, iki defa hacca gitmiş, orta yaşlardaki, çağdaş ve şık giyinmiş adam sözcüklere basarak, “Bakan … Beyi telefonla aradım. Kuveyt’te olduğunu söyledi. ‘Bil bakalım, yanımda kim var?’ dedi. ‘Nereden, nasıl bileyim Sayım Bakanım?’ dedim. Güldü, ‘ … Beyleyim. Hayırlı bir iş için gelmiş. O bize çok yardımcı oluyor. Biz de ona… Görevimiz…’ dedi. Yemin ederim, buna bire bir yaşayarak tanık oldum. E tabi şaşkınlık içinde de kaldım. Ama… Çok da gururlandım. Bizim köyün bir işi var. Yıllardır çözülemiyor. Kendisinden yardım talep edeceğim. Yardımcı olacağına inanıyorum…” diye konuşmuştu…
Bu sözlerin ardından, gözler, ona çevrilmişti…
O ise… Ciddi bir yüz ve sesle “Ne demek Sayın abim… Sizin emriniz olur. O işi, olmuş bilin…” demişti... İstanbul Güneşli’deki yazıhanesine takıldığını sonradan öğrendiğim karşısındaki genç yaşıtına, emir verircesine, not almasını ve kendisine mutlaka anımsatmasını söylemişti…
Köyün sorununu çözdü mü?.. Bilmiyorum… Yazıhanesine takıldığı akranına da sormadım…
….
Yazıhanesine takıldığı genç mali müşavire, onu nerede, nasıl bulacağımı sordum. Tepkisi, “Hayırdır?!. Sizin, onunla ne işiniz olur?!.” soruları oldu…
Özetledim…
Güldü… “Vallahi tam adamını bulmuşsun…” dedi…
“Peki sizin, onunla ne işiniz var?!. Ne bu sıkı fıkılığınız?!.” soruları usumdan geçti ama sormadım… Daha doğrusu, soramadım… Çünkü… Hemen araya girdi:
“O şimdi Ürdün’de… Ürdün Kralı ile görüşmesi varmış… Şubat sonları gelecek… Dilerseniz, telefonunuzdan sizi ararım. Gelir, benim burada, yazıhanede görüşürsünüz…”
“İyi olur… Yalnız… Ürdün, Ürdün Kralı… Bunlar doğru mu?!.”
“Doğru, doğru… Gelecek, on gün sonra Katar’a, oradan Suudi Arabistan’a gidecek…” dedi…
“Hep de Arap ülkeleri! Hiç batı, doğu yok, kuzey…” diye mırıldandım, “Evet evet, öyle…” karşılığını aldım…
.…
Mart başıydı… Akşamüstü telefonum çaldı... Numarayı tanıyamadım…
“Alo…” dedim…
Arayan bir erkekti… Adını söyledi… Çıkaramadım…
“Kusura bakmayın… Yanlış birini arıyor olmalısınız…” dediğimde, adımı, soyadımı söyledi… “Siz değil misiniz?..” diye sordu…
“Evet, benim… Ama sizi…” yanıtını verdim…
İstanbul Anadolu yakasındaki, yakının cenazesini ve orada karşılaştığımızı anımsatınca, tanıdım… Kusura bakmamasını söyledim…
“Yoo, önemli değil…” dedi, sürdürdü:
“Beni aramışsınız… Mali Müşavir konuyu bana anlattı… Benim size söyleyebileceğim şu: Herkes işini yapıyor... Karşınızdakini anlamaktan önce kendinizi anlamalısınız… Önemli olan bu… Karşımızdakini anlayıp ne yapacaksınız?.. Değiştirebilecek misiniz?.. Böyle bir gücünüz mü var?.. Yok… Olamaz da… Oysa… Kendinizi anlayan olsanız, onun malzemesi olmazsınız… Bu defa kara kara düşünen o olacak… Size, bundan başka söyleyecek sözüm yok… Kaldı ki… Meslek sırrını başkalarıyla paylaşmak etik değildir… Şimdi izninizle, uçağa binmem gerek… Bir ay yurt dışında olacağım… Dönüşte, görüşebiliriz… Yüz yüze… Adresi biliyorsunuz… Sağlıcakla kalın… Telefonu kapatmak zorundayım… Kusura bakmayın… Hoşça kalın…”
Telefonum elimde kalakaldım…
….
Yüz yüze görüşür, bir şeyler koparırsam, sizinle paylaşacağım…
Baki Karakol
|