Haziran 2011 seçimlerinden önce ‘Son kez AK Parti' başlıklı bir yazı yazarak oyumu son kez bu partiye vereceğimi açıklamıştım.
Ve ilave etmiştim:
“Son yıllarda 'hayat memat meselesi' olarak görülmeyen bir seçim hatırlamıyorum. Seçimlerin çok önemi olmadığı, hayatımızı derinden etkilemediği bir dönem gelecek mi acaba?
Tamam, demokrasilerde seçimler her zaman önemlidir. İktidarların toplum tarafından sigaya çekildiği andır çünkü. Ama özgürlüğümüzün, hakkımızın, hukukumuzun bizatihi seçime, seçimin sonucuna bağlı olduğu bir ülkede yaşamaktan yorulduk.
En azından, kendi payıma, 'normal bir seçim' görmek istiyorum artık; varlığımın, özgürlüğümün, haklarımın çıkacak sonuca göre tehlikede olmadığı bir seçim... İktidarda kim olursa, seçimi kim kazanırsa kazansın özgürlüklerimin güvence altında olduğunu bildiğim, dolayısıyla rahat olduğum, varoluşsal bir baskı hissetmediğim bir seçim yaşamak istiyorum artık.”
Üç yıl geçti üzerinden, yeniden başka bir kritik seçimin eşiğindeyiz.
Üç yıl önce 'son kez AKP' demiştim çünkü; demokratik dönüşümün devam etmesini, yeni anayasayla geri çevrilemez hale getirilmesini istiyordum. Olmadı; iktidar partisi yeni anayasa yapmaya asılmak yerine kendi reformlarını geri sardı. 12 Eylül referandumuyla özel hayatın dokunulmazlığının güçlendirilmesi ve yargı reformu konularında bile geriye adım atıldı.
Demokratikleşme yerine giderek otoriterleşen ve muhalefeti kriminalize eden bir Türkiye'ye doğru evrildik. Yargıya, medyaya, piyasaya, özel hayata ve tercihlere yapılan müdahale, sınırsız ve ceberut devlet anlayışının yeniden doğduğunu gösteriyor.
İslamî değerler ve demokrasinin uyumunu bütün dünyaya göstererek küresel bir başarı öyküsü, bölgesel bir model olması beklenen AKP, bir yandan yolsuzlukların soruşturulmasını engelleyerek derin bir moral kriz yarattı, öte yandan da İslamcı siyasi geleneğin demokrasiyle pozitif iletişimini kesti. Belki de modern dönemin en önemli ‘reform'u yarı yolda bırakılarak ‘militan muhafazakâr' bir kişi partisi ve parti devleti kurulmaya yönelindi.
Dünyaya açılmak, AB'ye girmek, bölgede barış ve istikrar unsuru olmak yerine ideolojik ve hayalî bir âlemde hegemonya peşinde koşan maceraperest bir dış politika izlenmeye başlandı. Etrafta herkes düşman ilan edildi, her yerde komplo arandı. Komplocu, içe kapanmacı, dış politika gerginliğini içeride otoriterleşmeyi meşrulaştırmakta kullanan kültür AKP'de de hortladı. Korkularını yenip özgüvenle dünyaya açılan muhafazakârları propaganda makinesini kullanarak komplocu fikirlerle zehirledi.
Herkesin buluşabileceği merkez partisiydi. Hâlâ Menderes'i, Özal'ı ağızlarına almalarına bakmayın, AKP artık bu merkez sağ çizginin çok dışında. Söylemlerindeki hiddet ve şiddet, politikalarındaki hukukun dışına çıkma örnekleri ve devlet gücü kullanmadaki sınırsızlığıyla AKP artık ‘radikal' bir parti.
Kısaca bu parti, bildiğimiz AK Parti değil; o artık bir iktidar makinesi, devlet aparatı.
Bu eleştirilerim yeni değil. İki yılı aşkın bir süredir bunları yazıyorum, hem AKP'lileri hem de kamuoyunu uyarıyorum.
Demokrasilerde seçimlerin anlamı, iktidarın değişebilir olduğunu göstermek. Son üç genel seçimi kazanan AKP'nin bunu hatırlamaya ihtiyacı var; ‘seçimleri kaybedebiliriz'. Bu duyguyu yitirmiş bir iktidar partisinin otoriter bir yönetime savrulmaması imkânsız. AKP'nin sorunu bu. İnşa ettiği kimlik ve rant mekanizmalarıyla iktidarlarının ebedi olacağını düşünüyorlar. Yarın iktidarda başkalarının olabileceği akıllarından geçse böyle bir HSYK yasası, internet düzenlemesi ve MİT yasa taslağı yaparlar mıydı?
Bu seçimlerde AKP'nin uyarıya ihtiyacı var. Yeniden rasyonel bir zemine, merkeze, topluma, vicdana dönmesi böyle bir uyarıyla mümkün. Aksi halde Türkiye'nin toplumsal barışı, demokrasisi, özgürlüğü ve hukuku uçurumun eşiğinde. 30 Mart, uzun ve karanlık bir tünel öncesi ‘son çıkış'.
Üç yıl önce ‘son kez AK Parti' demiştim. Bu defa CHP, MHP, BDP, SP ve BBP diyorum...
|