Yuvarlandı gitti çocuk misket toprağa. Yorgun dünya da peşinden. Aklınıza kim gelirse işte:
Bildik karabatak, geveze martı, heyecanlı yelkovan kuşu, ıssız gece kuşu da.
Derken gece ve gündüz. Dopdolu ikindiler, ışıklı öğleler, gölgeli akşam üzerleri, esintili seherler, sessiz şafak vakti, güneş.
Sonra güneş tutulması oldu. Titrek ayın yüzü güneşe düştü, vay!
Ay eksik mi kalacak? O da düştü bunların peşine. Sonra bütün aylar:
Dost ocak, yaren şubat, mahrem mart, ahretlik nisan...
Derken nisan yağmurları.
Yağmur bir de ya.
Yağmur, rüzgâr, sis, anlayın işte Allah ne verdiyse, sisteki aşina vapur düdüğü bile.
O zaman kornalar, bildik arabalar ve hiç bilinmeyenleri, gökyüzündeki şişman ve zayıf uçaklar, vızvız helikopterler, bilmiş uydular, balık etli balonlar ve hatta uçarı uçurtmalar.
Uçurtmalara benzer keyfi kaçık balıklar, keyfi tam yunuslar, keyifsiz balinalar ve foşurdattıkları sular.
O sular bile.
Dereler, göller, akarsular, ve Terkos, Terkos’tan taa borulara akan sular, bardaktaki sular.
Ve can dostu bardaklar.
Bardaklar, çanaklar, tencereler, tavalar.
Mutfaklar, koridorlar, salonlar, salonlardaki hükümdar televizyonlar.
Televizyonlardaki kadınlar, erkekler, reklamlar, haberler.
Haberlerdeki aynı yüzler, aynı yüzlerdeki ezber cümleler, ezber cümlelerdeki yalanlar bile...
Yalanlar bile.
Hopp, dökülüverdiler misketin peşinden yeniden doğmaya, toprağa.
Dosdoğru arınmaya.
Yaşama.
Böylece çoğalmaya.
Dünyayı yeniden, bir kez daha umutla kurmaya.
|