Hep birlikte dinci-faşizan rejimin, Türkiye’yi bir tımarhaneye çeviren gericiliğin duvarlarını yıktıktan sonra yazdığım ilk yazı… Yeniden birlikte olduğumuz için çok mutluyum.
Bildiğiniz gibi Ergenekon tertibiyle tutuklandıktan sonra, kısa bir aranın ardından yazılarımı hapishaneden de sürdürdüm. Sadece Yurt’ta değil, Sol, Birgün ve Aydınlık gibi muhalif gazeteler ile bazı dergilerde de yazı yazmaya ve röportaj vermeye devam ettim. Kimi radyo ve televizyonlara mektuplar yazdım. Bu ülkeyi teslim almaya çalışan yeni gericiliğe karşı siyasal, ideolojik ve felsefi mücadeleyi elimden geldiği kadar yükseltmeye çalıştım.
Bütün bunları yakınlarımın, dostlarımızın ve yoldaşlarımın destekleri, paha biçilmez katkıları ve dayanışmasıyla gerçekleştirdim. Eğer istediğim kitaplar gelmeseydi, dergiler elime ulaşmasaydı, her hafta elle yazdığım yazıları sevgili dostum Avukat Umut Şimşek gelip almasaydı, bu yazıları bilgisayar ortamına aktarıp gazetelere göndermeseydi gerçekleştiremezdim.
Eğer Türkiye’nin aydınlanmacı, özgürlükçü, eşitlikçi, sol, yurtsever ve toplumcu güçlerinin mücadelesi ve dayanışması olmasıydı, ne dinci gericiliğin hapishane duvarları yıkılabilir ne de benim yazılarım sizlere ulaşabilirdi.
Eğer CHP, TKP, ÖDP, DSP, HKP, İP gibi partilerin verdiği merkezi ve kurumsal desteği; DİSK ve KESK gibi emek örgütlerinin çok değerli dayanışması; Türkiye Barolar Birliği’nin eylemli katkısı olmasaydı bu alçakça kumpastan çıkmak kolay değildi.
Eğer basın meslek örgütlerinin; başta İstanbul, İzmir ve Ankara olmak üzere Gazeteciler Cemiyetleri’nin; Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nun; Gazeteciler Sendikası’nın; Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin; Yüksek Kurulu üyeliğimi koruyan Basın Konseyi’nin kararlılığı ve dar ideolojik yaklaşımları aşan dayanışması olmasa bizler özgürlüğümüze kavuşamazdık.
Eğer Muğla halkının, başta başkanı Mustafa İlker Gürkan ve Başkan Yardımcısı Leyla Bişen olmak üzere Muğla Barosu’nun, Dr. Osman Gürün’ün başkanlığındaki Muğla Belediyesi'nin, bölge milletvekillerinin, muhalif ve sol partilerin il örgütlerinin, kentte bulunan sendika ve demokratik kitle örgütlerinin dostluğu olmasaydı bu özgürlük penceresi açılamazdı.
Kurucusu olduğum ve arkadaşlarımla birlikte büyük emek vererek özveriyle önemli bir noktaya taşıdığımız Yurt Gazetesi’nin değerli okurlarının dayanışması, çalışma arkadaşlarımın hiç unutamayacağım desteği olmasa, bu yazıyı da büyük olasılıkla hapishanede hazırlıyor olacaktım.
Özgürlüğümüzü kopararak aldıktan sonra, beni hapishane kapısında neredeyse tam kadro bekleyen Muğla Barosu Yönetimine, CHP il ve ilçe örgütlerine, belediye başkan adaylarına, TKP ve İP İl Örgütlerine, Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) üyesi gençlere, Muğlalı yurtseverlere teşekkürü borç biliyorum.
Bu tablo, bana ait kişisel bir sevgi halesi değil, geleceğimizi kuracak büyük bir toplumsal ve siyasal güçtür. Bu bileşim, Türkiye’yi yeniden ayağa kaldıracak tek sağlam temeldir.
Yalnız olmadığını hissetmek, daha da önemlisi bunu somut olarak görmek bir siyasal tutuklu, özgürlüğü elinden alınan bir aydın ve susturulmak istenen bir gazeteci için çok büyük bir direnme ve güç kaynağıdır.
Bu nedenle sadece yukarıda saydıklarım değil –ki eksik bıraktığım çok fazla kurum ve kişi olduğunu sanıyorum, lütfen beni affetsinler- Türkiye’nin ilerici, aydınlanmacı, yurtsever ve devrimci güçlerine, emekçilerine, onurlu gazetecilerine, daha kapsayıcı bir ifade ile bütün namuslu insanlarına bir kez daha çok teşekkür ediyorum.
Yurt Gazetesi, benim “Keskin Kalem” imzasıyla hergün yazdığım başyazıların yerini, yani “Yurt’un Sesi” köşesini özgürlüğüme kavuşana kadar boş bıraktı. Değerli çalışma arkadaşlarım, “Kurucu Genel Yayın Yönetmenimiz Merdan Yanardağ’ın yazdığı bu köşe adalet yerini buluncaya kadar boş kalacaktır” diye ilan ettiler. Köşedeki bu duyuru –ki önemli bir protesto eylemini ifade ediyor ve bir gazetecilik ahlakını ortaya koyuyordu- düne kadar sürdürdüler. Bizim bütün Türkiye için özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi mücadelemiz hiç kuşkusuz devam edecek. Ancak bugünden itibaren artık bu duyuruyu geri çekiyoruz. Çünkü siz değerli Yurt okurlarının da büyük katkısıyla artık dışarıdayım ve görece daha özgür koşullar altında yazılarımı yazıyor olacağım.
HESAP SORMAK ARINMAKTIR
Tahliye olduktan sonra benimle yapılan röportajlarda, katıldığım radyo ve televizyon programlarında da ifede ettiğim bir durum ve önemli bir sorun hakkında burada da kısaca bir değerlendirme yapmak istiyorum.
Bazı arkadaşlarımız özgürlüğüne kavuştuktan sonra intikam peşinde olmadıklarını ve kimseye kin gütmediklerini söylediler. Yine bu arkadaşlarımızdan bazıları da toplumu uzlaştıracaklarını ilan ettiler. Bu tutumu, günümüze kadar utanç verici bir şekilde AKP-Cemaat iktidarına destek veren, son dönemde kirli çamaşırları ortalığa saçılan “ana akım” medya da destekledi ve teşvik etti.
ONURSUZ UZLAŞMA BARIŞ SAĞLAMAZ
İlk bakışta karşı çıkılacak bir tutum değil elbette. Ancak ortada büyük bir tarihsel, siyasal, toplumsal ve ahlaki yanılgı var. Soru ortada duruyor; kiminle uzlaşacağız?
Bir insanın celladıyla uzlaşması mümkün mü? Sizin başınızı kesecek ya da canınızı alacak bir cellatla nerede ve hangi çizgide uzlaşacaksınız.
Sizin özgürlüğünüzü gaspeden bir despot ve diktatörle nasıl anlaşacak ve toplumu birleştireceksiniz?
Sizin bütün hak ve özgürlüklerinizi yok eden, tarihsel kazanımlarınızı ortadan kaldıran, hakaret eden, yaşam tarzınıza müdahale eden, yaşam alanlarınızı daraltan gericilikle ne adına uzlaşacaksınız. Çizgi nereden geçecek.
Bilimsel eğitimi yok eden, toplumu dinselleştiren, insan bilincini bir önceki çağın değerler dünyasına iade eden, kadını yeniden toplumda günahkâr ve ikinci sınıf insan olarak konumlandıran, köleleştiren ve çuvala sokan bir siyasallaştırılmış din (dincilik) ile hangi ortak yaşam alanları oluşturacak, nasıl ortak bir gelecek kuracaksınız.
Bütün bunlar ahlaki olarak büyük bir yalan, siyaset sosyolojisine göre de hiçbir bilimsel ve toplumsal karşılığı olmayan bir palavradır. Böyle bir uzlaşma, bütün kaybedilmiş hakların kaybedenler tarafından onaylanmasından başka bir şey değildir.
Türkiye’nin geldiği bu tarihsel kavşakta, hiçbir siyasal, ahklaki temeli olmayan bir uzlaşma çabası, büyük bir başarısızlık ve yenilgi yaşayan siyasal İslamcıları kurtarma ve böylece toplumun bütün ilerici ve aydınlanmacı güçlerinin hak kayıplarının kalıcılaştırılması sonucunu yaratacaktır.
Biz hesap sormak zorundayız ve sormalıyız. Ya 60 yıllık gerici karşı devrimi yenilgiye uğratacak ve bu ülkeyi kendi temelleri üzerinde yeniden kuracağız ya da toplumun gericiliğin karanlığı içinde acı çekerek boğulmasına razı olacağız.
Ya aydınlık bir gelecek, emeğiyle çalışan namuslu insanların eşitlikçi ve özgürlükçü rejimini kıracağız, ya da içine kapanmış, insanlarını dogmalara teslim etmiş, sömürü ve zulmün devam ettiği bir düzene teslim olacağız.
Benim bir süredir ‘yaratıcı yıkıcılık’ kavramını ortaya atmamın nedeni budur. Tarihsel ve toplumsal hesaplaşmayı tamamlayamadığımız, örneğin bu Ergenekon kumpasını kuranlardan hesap soramadığımız taktirde nasıl bir ortak gelecek kurabiliriz? Bu ülke nasıl arınabilir?
Topluma ve bize, güçlü oldukları her an emperyalistlerin desteğiyle her türlü zulmü yapanlara söyleyecek bir sözümüz olmayacak mı?
Bütün bunların ‘köylü intikamcılığı’yla bir ilgisi yok. Ancak büyük tarihsel dönemeç ve kavgalarda yaratıcı öfkelerini yitirenler, bütün güçlerini kaybederler ve sonuçta yenilgiye uğrarlar. Tarihte her zaman haklı olan kazanamaz. Kazanmadı da… İnsanlık tarihi zalimlerin, zorbaların, ahlaksızların, sömürücülerin, alçakların, gericilerin ve faşistlerin zaferleriyle doludur.
Vergi kaçırmadan çıkarılacak tarihsel bir ara bilanço, insanımızın, bu toplumun ve ülkenin sağlığına kavuşması için zorunluluktur.
Onursuz uzlaşmalara hayır demesini öğrenmeden, haklı olanın kazanmasını da sağlayamayız.
ONURLU UZLAŞMA
Ancak onurlu uzlaşmalara ‘evet’ diyebiliriz. Tıpkı, Berkin ve Burakcan’ın babalarının Tayyip Erdoğan’ın AKP iktidarının provokasyonunu boşa çıkaran uzlaşması gibi. Birbirine sarılan iki baba, İktidarın Soğuk Savaş gericiliğinden, Amerikancı ve faşist kontrgerilla operasyonlarından devraldığı bir provokasyonu boşa çıkardı. Artık sadece Berkin değil, Burakcan da bizim çocuğumuzdur
MİT ajanlarının, istihbaratçı polislerin, Gezi Direnişi sırasında halka karşı suç işleyen güvenlik görevlilerinin Kasımpaşa’dan topladıkları ilkel, aptal ve gerici bir güruhu Okmeydanı’na getirerek tekbir eşliğinde halka, Berkin’in yasını tutan insanlara saldırtarak ülkeyi kutuplaştırmayı denediler. Böyle bir bölünmede, çizginin sağında kalanların kendilerini destekleyecekleri varsayımına dayalı olarak yalan ve iftiraya dayalı bir propaganda ile çatışma ortamı yaratmaya çalıştıkları anlaşılıyor.
Ancak anlamadıkları bir şey var; toplum korku duvarını aştı. Ellerinizde sopalar, satırlar, bıçaklar ve tabancalarla saldırdığınız bu insanların çakı bile taşımadıklarını var sayıyorsunuz. Herkesin korkup sineceğini sanıyorsunuz. Bu büyük bir hata. Altında kalacağınız bir dönemin kapılarını açmak, sizin kaçınılmaz yenilginizi bir felakete çevirmekten başka bir sonuç yaratmayacaktır.
|