BİR çocuk daha öldü.
Yine bir çocuk daha öldü ve biz yine bir çocuğun yasını bile birlikte tutamadık.
Kopan gönüllerimizi, iğdiş edilen duygularımızı genç bir ölüm bile yine, yeniden birbirine bağlayamadı.
Bir kere daha ölümden ölüm, nefretten nefret çıkarmayı bildik.
* * *
Yine bir fırsatı daha kaçırdık.
Rahmetli Kazım Koyuncu’nun arkasında saf tutup; Attilâ İlhan’ın o şiirini birlikte okuyamadık.
Diyemedik ki:
“Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
Gece trenlerine binme kaybolursun,
Sokaklarda mızıka çalma çocuk, vurulursun.”
* * *
Diyemedik:
Diyecek adres yoktu.
Çocuğa desek, sesimiz morgun soğuk duvarlarında berbat bir seda olarak bile kalmayacaktı.
Ötekine söylesek...
Epeydir, kulağı var, hiç işitmez oldu...
* * *
Yine ölülerimizi ayırdık, kimimiz o kefene, kimimiz bu kefene
ağıt yaktık. Kimimiz, Ortadoğu denizlerinin bile öteki tarafındakinin çocuğuna ağlarken...
Buradaki çocuğumuza iki damla gözyaşını fazla gördü.
Kimimiz, orası uzaklardadır diye, griye kalmış son iki damlasını sadece kendi cenazesine sakladı.
Olmadı...
Ölülerimizi yine ayırdık, tabutarımızı kendi ellerimizle ayrı musalla taşlarına koyduk.
Aynı cenazenin arkasında bir türlü saf tutamadık...
Çünkü “Onu nasıl bilirdiniz” sorusuna bile verecek ortak bir cevabımız kalmamıştı.
* * *
Nedir bu diye sormadık.. soramadık...
Bir zamanlar Vatan Cephelerinin yapamadığını bugün kim, hangi nefret, hangi rövanş, kan davası nasıl yapmıştır.
Nasıl bölmüştür bizi böyle lime lime...
Bir zamanlar Milliyetçi Cephelerin bile bu kadar bölemediği kadar bu ülkeyi bu anavatanı, kutup kutup etmiştir...
En milli şiirlerimiz bile onun bunun elinde Kalaşnikof’a dönüştürülürken, bir şairimiz de çıkıp
“Bir belagat şehveti uğruna Yarab, ne güneşler batırılıyor” diye basit bir mısra yazmaya bile tevessül edebilmiştir.
* * *
Bir genç beden daha toprağa veriliyor.
Kimi diyor ki, başında, şarapnele dönüşmüş kahpe bir biber gazı kapsülü ile toprağa verilmiştir.
Diyor, çünkü bir önceki, bir önceki öyle toprağa verilmiş.
Öteki diyor ki, “Kafasındaki biber gazı şarapneli değil, yukarıdan düşmüş, onun yarası...”
Üç-beş makul çıkıyor, haykırıyor:
“Arkadaş, ne fark eder? Yirmisinde bir delikanlı daha gitmiş. Belli ki gitmeye de devam edecek...”
Haykırıyor, heyhat, nefret vuvuzelasının desibeli öylesine yüksek ki, kendi haykırdığını kendi bile duyamıyor.
* * *
Yürekler soğuk çeliğe dönüşmüş, herkes kendi köşesinde, elinde kalem, önünde anket, dünyanın en pespaye parmak hesabını yapıyor.
“O direndikçe, ben ezdikçe, saflarımız kemikleşiyor, oylarımız artıyor...”
Öteki de diyor ki:
“Ben direndikçe, o ezdikçe, benim saflarım da kemikleşiyor...”
Parmak hesabı doğru...
Saflar kemikleşiyor, ruhlar çelikleşiyor...
Genç bedenler bir bir toprağa veriliyor...
Bu kan revan içinde, kimse çıkıp da demiyor, diyemiyor ki:
Kanattıkça kanarsın...
Sormuyor, soramıyor ki:
Bu kan deryasında, safın çelikleşse, yüreğin taşlaşsa ve sen yüzde 55 alsan...
Üzerinde vicdan huzuruyla rahat rahat yatabilir, uyuyabilir misin...
* * *
Şu manzaraya bir bakın; sen de bak, ben de bakayım..
Başka ülkenin trajedisine, gözyaşına faltaşı olan gözlerimiz...
Kendi ülkemizin trajedisine, ıstırabına, matemine...
Kendi ülkemizin zulmüne, gözyaşına...
Gözleri var da görmez olmuş...
Binlerce kilometre ötedeki çıt sesine yıldırım gürültüleri kadar keskin sirke salvoları gönderen o belagat. Kendi ülkemizde, kasırgalara, fırtınalara, depremlere...
Kulağı var da duymaz olmuş.
* * *
Evet... Sonunda, Cumhuriyet’i kuranların kanla, gözyaşıyla, imanla, inançla kurtardığı, yakasını bir araya getirdiği, birleştirdiği, koskoca bir ulusu, bir anavatanı, o tarafta, bu tarafta attığımız şehvetli belagat gülleleri ile tarumar ettik.
Önümüzde, ağıtlarını bile bir o kutupta bir bu kutupta harcamış, cenaze namazının kıblesini bile şaşırmış, müsrif bir toplum enkazı, oturmuş seyrediyoruz...
Eğer bu manzara karşısında bile kına yakacak kadar süflileşmişsek...
Hadi bari hiç olmazsa o kınayı birlikte yakalım.
|