Onların yürüyemediği yollar var. Diledikleri bir saatte gidemedikleri mekanlar, hatta tek başlarına asla uğrayamadıkları semtler var. Oturamayacakları çay bahçeleri, bir başlarına seyredemeyecekleri manzaralar var. Yalnızlıklarını yaşayamamak gibi bir dertleri var mesela. Yalnızlıklarını, şehrin istedikleri herhangi bir yerinde, bir nefes sigarayla bile paylaşamayacakları bir hayatları var.
İsteseler de alamayacakları nefesler var. Bir gece yarısı belki bir mutluluğu paylaşmak, belki de bir dosta ulaşabilmek için bile adım atamayacakları sokaklar var. Onlar hep tedirgin ve yalnızlar. Kalabalık bir caddede en yalnız olan onlar. Felsefenin, sosyolojinin, antropolojinin anlayamayacağı bir yalnızlıkla muzdaripler. Kimsesizlikten dolayı olmuş bir yalnızlıkla değil, aksine kalabalıkların yarattığı bir yalnızlıkla muzdaripler. Kentlerin bazı yerleri ve kimi mekanları onlara yasak. Tek başına görüldüklerinde vur emri çıkarılmış “gizli teröristler” onlar. Her şehrin içinde olan ve fakat her daim “yabancı” sayılanlar.
Erkeklerin asla göremeyeceği ve onlarınsa gözünden hiç kaçmayan gizli “girilmez” levhalarıyla donatılmış bir toplama kampı gibi onlar için hayat. Hiçbir erkeğin hiçbir giyindiğinin sorun olmadığı mekanlarda bile giyindikleri sorun olan onlar. Erkeğin arzusunun yarattığı bir “dişilikle” anılıp, onunla değerlendirilenler. Giyindikleri zaman suç, soyundukları zaman suç olanlar. Onlar bedenleri üzerinden değer verilip, bedenleri üzerinden aşağılananlar. Bakımlılığın, güzelliğin, moda taşıyıcılığının erkek egemen dünyanın arzu fabrikalarında kendileri için üretilenler.
Her ırkın, her sınıfın, her dinin ve her ideolojinin sevdiği ama okşarken dövdükleri onlar. Analıkları olmasa insandan sayılmayacak olanlar. Cinsellikleri yalnızca aile denilen kurumun yatak odalarına hapsedilmiş olanlar. Bedenleri erkeklerin o köhnemiş yatak odalarından çıktığı anda bütün bir kenti paniğe verenler. Kimi yatak odalarında devlet desteğiyle, kocaları tarafından tecavüze uğrayanlar, belediye imzalı “fahişeliğe” zorlananlar onlar.
Batı bize aşkı “haram” kıldığından bu yana erotizmle ikame edilmeye çalışılanlar. Baudrillard’in dediği gibi “Eskiden cinsiyet olarak köleleştirilen ve fakat şimdi yine cinsiyet olarak özgürleştirilenler” onlar. Burjuvasının da, proleterinin de, Kürdünün de, Türkünün de, Avrupalısının da en fazla ezileni, en fazla hor görüleni onlar.
Her fırsatta Müslümanlığıyla övünen bir ülkenin devletinin açtığı genelevlerde zorla çalıştırılan, borçlandırılan, bedenleri, maddiyatları ve maneviyatları sömürülenler onlar.
İnsanlık tarihinin ne menem bir tarih olduğunu onun yüzüne çalanlar. Bu lanet kapitalist düzende toplam çalışma saatlerinin üçte ikisini karşılamalarına karşın, toplam gelirin yalnızca onda birini alanlar. Büyük ve büyük olduğu kadar rezil bir dünyada sadece “oy hakkıyla” kandırılmış olanlar.
İşte bütün bunların ortasında, bu kadar çığlığın, pisliğin ve insansızlığın ortasında bir kadın gazeteci yazıyor. Her bir “kelimenin”, her bir “sözün” altın değerinde olduğu bugünlerde, sözü söyleyenin bedelini ödediği bugünlerde, O “Amerikan Hastanesi’nde sırasını beklerken neredeyse kasıklarına kadar bacaklarını açıkta bırakan şortlu bir kadından” duyduğu rahatsızlığı yazıyor. Ahlak’ın sadece kadının bekçisi olmaya yaradığı bir dünyada hemcinsinin bedeninde gezen gözlerini, onun kasıklarına kadar, üstelik bir “hastane sırasında” odaklıyor ama ahlaka ve adaba çağrı çıkarıyor.
2013 yılının ilk üç ayında 47, Nisan'da 27, Mayıs’ta 16, Haziran'da ise yine 16 kadının; Temmuz ayında ise 2’si trans toplam 18 kadının katledildiği bir ülkenin “çok satan” bir gazetesinin kadın bir yazarı yazıyor bunları. “Kadın sığınma evi” denilen bir kavramın olduğu sahtekar bir dünyada hastaneden işe giderken düşündüklerini yazarak harcıyor kelimeleri, sözü, kavramları ve hemcinslerini. Şehrin bütün sokakları erkek sidiği kokarken, hemcinsinin şortunun kısalığına ve kasıklarına bakakalarak yazıyor. Bense onun yazdıklarından, “Ahlak, uzun, korkusuz bir sahtekarlıktır” diyen Nietzsche’ye sığınıyor ve kendi adıma utanıyorum bu “ahlaksız” dünyadan.
|