Kelebek etkisini bilir misiniz? Amazon ormanlarında kanat çırpan bir kelebek, Amerika'da kasırgaya sebep olabilir. Dünyada her titreşim ortaktır, bütün yaptıklarımızın bir başka paralelde karşılığı vardır.
Ortadoğu alevler içindeyken bundan Türkiye'nin etkilenmemesi, dünyayı kasıp kavuran değişim rüzgarlarının Türkiye'yi teğet geçmesi beklenebilir mi? Belki kaçınılmaz olan ertelenebilir, belki halının altına süpürülerek zaman kazanılabilir ama doğanın bir akışı varsa bunun önünde hangi irade durabilir?
Dünyada sınırlar değişiyor, haritalar baştan çiziliyor.
Bugün görmezden gelebilirsiniz, 'Kürtler terör kartını oynuyorlar' diyebilirsiniz, hala Türkiye'nin Kürtleriyle, Kürt siyasetçilerle PKK'yı bir tutma kolaycılığına kaçabilirsiniz. Ama ne kadar çabalarsanız çabalayın Türkiye'nin Güneydoğusu'ndaki hareketlenmeyi görmezden gelemezsiniz.
'Kart-kurt' sözünden 'Kürt realitesi tartışmaları'na kadar çok hızlı yol aldı Türkiye, şimdi de Güneydoğu konusunda yeni bir aşama kaydetmek üzere. Artık dönülemez bir noktaya geldik.
Gördük ki Yüksek Seçim Kurulu'nun, yani statükonun bu ırmağın akışını durdurma girişimi ellerinde patladı. Bunca sene rejimin baskısıyla susturulan, hiçbir talepleri karşılık bulmayan, sesleri duyulmayan 'Kürt kardeşlerimiz' sürecin bildiğimiz ezberlerle ilerlemeyeceğini kanıtladılar.
Türkiye'nin çok kısa süre içinde fiili iç savaş haline dönüştürebileceği tehlikesi YSK krizinin hızlı aşılmasında etkiliydi. Keşke 'Benim Kürt kardeşlerim' şiddete başvurmasaydı... Peki bu insanlara hayatta seslerini sadece şiddetle duyurabileceklerini, istediklerini sadece şiddetle alabileceklerini öğreten sistemin hiç mi suçu yok? Meşru yollardan yapılan bütün girişimleri yıllarca reddedilmiş, milletvekilleri geçmişte kafalarından arabalara zorla sokularak hapse yollanmış, hoyratça terbiye edilmeye çalışılmış bir halktan bahsediyoruz.
BDP gibi eksiklerine, yanlışlıklarına, amatörlüklerine rağmen demokratik ve nispeten ılımlı bir çizgide ilerleyen bir partiye bile tuzak kurulmaya çalışılıyorsa ne denebilir?
Şiddeti savunmak, yapılan eylemlerin, terör kartını kullanmanın haklılığını savunuyor değilim elbette. Sadece artık Türkiye Cumhuriyeti'nin ve devletin de karşı kart olarak empatiye başvurması gerektiğini düşünüyorum.
Aynı şekilde BDP yöneticileri de Beyaz Türklerin desteğini kaybetmemek için dikkatli davranmalılar.
Türkiye'deki gazetelerinde gözümden kaçmış olmalı, New York Times'ta Diyarbakır mahreçli haberi görünce fark ettim. BDP'li bir ilçe belediye başkanının oğlu 18 yaşında dağa çıkmaya karar veriyor, örgüte katılıyor. 'Baba, bak bütün demokratik yolları denediniz, bütün hepsi tıkandı, bu şekilde bir çözüm bulunamıyor' diyerek evi terk ediyor...
Başkan, yıllardır oğlundan haber alamıyor. 'Ama en azından özgürlük için savaşıyor' diyor.
İnsanları dağa çıkmaya mecbur bırakan, onları silahlanmaya motive eden bu ruh halini, bunun sakıncalarını tartışmalıyız.
Aynı şekilde artık 'Kürtlerle bir arada yaşamak zorunda mıyız' sorusundan da kaçmamalıyız. Bunu da bir rest, 'Benim Kürt kardeşlerime' karşı bir koz olarak değil, yine empatiyle yapmalıyız.
Türkiye'nin bölünmemesini savunan benim gibi pek çok insan Kürtlerin de bu toprakların bir rengi, bir parçası olarak varlıklarını sonuna kadar sürdürmesinden yana.
Fakat son zamanlarda tamamen Kürt meselesinden bağımsız bir soru da beynimde dolaşıyor: İnsanın vatanı, doğduğu kara parçasına ait midir, yoksa kendisini ait hissettiği yer midir...
Türkiye'nin Kürtlerinin belli bir bölümü artık bu toprakların kendi vatanları olduğunu düşünmüyor belli ki. Kendilerini ülkesiz hissedenlerin taleplerine, kaygılarına da kulak kabartılmasının artık zamanı değil mi?
13 Haziran 2011 gününün öncelikli gündemi de bu olmalıdır. 'Benim Kürt kardeşlerim' Türkiye'nin artık daha fazla halının altına süpüremeyeceği, geçici çözümlerle geçiştiremeyeceği bir meseledir.
Hep istediği kulübün üyesi
Küçük dillerin yazarlarının dünya platformunda yer alabilmesi için sınırlı bir kontenjan vardır. Sadece Türkiye için değil, sadece kendi ülkelerinde konuşulan dillerin de acı kaderidir. Ne kadar yaratıcı, ne kadar başarılı olursanız olun evrensel platformda sadece bir kişilik hak tanınır.
Edebiyat dünyasında bu kontenjanın yıllarca Yaşar Kemal'le doldurulduğunu düşündük Türkiye'de. Yaşar Kemal, yurtdışında yayımlanmakla beraber çeviride bile Türkçe konuşan, yerel bir yazardı oysa.
Sonra Orhan Pamuk onun izinden girdi, Yaşar Kemal'in yapmadığını yahut yapamadığını başardı: Batılı ne istiyorsa önlerine o malzemeyi koydu. 'Beyaz Kale'nin yurtdışında övgülere boğulması yabancılar için yazılmış Türkçe romanlar devrini başlattı. 'Kar', 'Benim Adım Kırmızı', 'İstanbul' bu modanın ürünleridir.
Orhan Pamuk, büyük bir stratejist ama aynı zamanda usta bir yazar. Nobel'i alana kadar geçen süre içinde de çok çabaladı, çok mücadele süreçlerinden geçti. Formülü bilse de uygulayıp karşılığını alması zaman aldı. Yıllar sonra kendini kabul ettirdi.
Peki ya Elif Şafak?
Dünyadaki Elif Şafak modası son beş-altı yılın ürünü değil mi? Bir üçüncü dünya ülkesinden bu kadar çabuk çıkıp, böylesi ünlenen, merdivenleri üçer-beşer çıkan bir yazar daha var mı?
Daha 2000 yılında Türkiye'de bile adından söz ettirmeyen Elif Şafak bugün dünya sahnesinde, çok 'in' bir yazar olarak kabul ediliyor. Bir gün Guardian'da, bir gün New York Times'ta karşınıza çıkıyor. Dahası 'anadili' yani yazdığı dil de İngilizce.
Bu hafta New York'ta Pen Yazarlar Festivali'nde konuşmacı. İki ayrı panelde. İkincisi ise Salman Rushdie'yle, Jonathan Franzen'la beraber. ABD'deki yayınevi, teşekkür ilanında ilk başta onun adına yer veriyor. Hep hayal kurduğu o 'kulübe' girdi işte.
Başarısını kıskanıyor değilim, takdir ediyorum. Ama bu başarı nasıl bu süratle oldu merak etmiyor de değilim.
Beceriksizlik mi kötü niyet mi?
Kim ne derse desin CHP bir ivme kazandı. Kemal Kılıçdaroğlu partiye yeni bir hava getirdi. Bu karşılığını buluyor. Ama tipik CHP, tam işler yolunda giderken birileri bir çuval inciri berbat ediyor. Başta tasfiye olan eski milletvekilleri. Meğer içlerinde birer 'mahallenin dedikoducu teyzesi' gizliymiş; haset, kin ve kıskançlık gözlerini döndürmüş. Hemen CHP'ye zarar vermek için örgütlü çalışmaya başladılar.
Hadi bunu geçtik, onlar tasfiye oldu zaten diye unuttuk.
Peki ya Hurşit Güneş'in Cuma namazı gafı? Özrü var mı?
Hadi saçmalık dolu 'Cuma'yı kazaya bıraksınlar' sözünü bir yana bırakalım.
CHP o toplantıyı bir başka gün yapamaz mıydı? Cuma namazından önceye ayarlamış olsalar bile Türkiye'de hiçbir şeyin zamanında başlamadığını, kimsenin saatine uymadığını, bütün toplantıların sarktığını bilmiyorlar mı? Basın ve propagandadan sorumlu Erdoğan Toprak bu işlerle ilgilenmiyorsa ne işe yarıyor o partide...
Bazen bu gibi aksaklıklar olunca önce 'Kötü niyet' diyorum. Birileri bu partiyi baltalamak istiyor.
Sonra komplo kurmaktan vazgeçiyorum, 'Düpedüz beceriksizlik' diyorum. Ne yazık ki CHP'de sayıları azalsa da hala bazı beceriksizler var.
|