Biraz netameli bir konuya gireceğim galiba. Ne zamandır bu sorular aklımda ama yazıya dökmek için biraz beklemek gerekti. Son olarak geçen Salı akşamı Taksim Meydanı’nda cereyan eden, Valili, Belediye Başkan’lı, işadamlı iftarın görüntülerini televizyonlarda izleyince aklıma takılan bazı soruları sorma ihtiyacı hissetim.
Öncelikle olayın kendisi, ya da gelişimi, zaten üzerinde düşünmeye değer. Beyoğlu Belediyesi’nin Taksim Meydanı’nda ya da herhangi bir büyük meydanda iftar düzenleme gibi bir geleneği yoktu. Gezi Direnişi’nin sönümlenmeye başlamasıyla Ramazan ayının başlangıcı aynı günlere denk gelince, Belediye tarafından meydanda iftar düzenleme ‘uygulaması’ çıktı. Belediye, daha doğrusu belli ki AKP, neden böyle bir şeye ihtiyaç duymuştu? Aklımıza gelen ilk yanıt, elbette, meydanı kaptırmamak olabilir. Ama ben biraz şöyle düşünüyorum: AKP, hazırlattığı proje ile Taksim Meydanı’nı, ‘yayalaştırma’ adı altında bir anlamda insandan arındırmak, daha steril hale getirmek istiyordu. Bu sadece benim görüşüm değil (ki bu konuda erken bir tarihte yazanlardan biriyim; bkz. ‘Muhafazakâr Kapitalizmin Taksim Hamlesi’, Agos, 23 Kasım 2012). Bilhassa 1 Mayıs sonrasında çok sayıda insan bu görüşü paylaşıyordu. Evet, ama Gezi Direnişi bütün o maceranın ardından, birçok şeyin yanı sıra şunu da sağladı: Meydanı yeniden insanileştirmek, hayata katmak, onu insanla, kentle birlikte düşünmek, birbirinden ayırmamak, meydanı kendi iradesiyle yaşar, yaşanır bir hale getirmek.
Direniş bence meydanın bütün o insani ve en önemlisi ‘kamusal’ halini, aslında böyle olabileceğini, böyle olması gerektiğini, doğrusunun böyle olduğunu AKP’ye gösterdi. Otoritenin yaptığı, esasen bu kopyayı hemen kapmaktır. Ancak bence bu kadar basit değil. Bu kopyayı almakla kalmadı; aklında hâlâ, meydanı o hale getirenlerin elinden tamamen almak var. Çünkü hesaplaşma bitmiş değil. Muhafazakâr sağ, daha doğrusu kapitalizm, nasıl ki yaşayan, soluk alan her şeyin kopyaları yaratır ve aslını yok eder, böyle ilerler, AKP’nin de yaptığı bir anlamda bu oldu.
Kapitalizm böyledir. Mesela mahalleleri, sokağı yok eder ve mahalle konseptli siteler inşa eder. Küçük esnafı yok eder ama esnaf konseptli alışveriş merkezleri inşa eder. Boğaz’ı mahveder, sonra gider, yapay boğazlı, içinden su geçen siteler inşa eder. Tarihi mirası yok eder ama tarihi eserlerin kopya edildiği eğlence merkezleri yaratır. Ormanı yok eder, sonra orman konseptli siteler inşa eder. Özetle, insanın en doğal hakkını, yaşam alanını önce yok eder, sonra da bunları paralı hale getirir. Kapitalizm bir anlamda budur.
AKP’nin Taksim Meydanı’nda iftar hamlesini bir yandan da buna benzetebiliriz. En gözü karasından kapitalistleşmesi, inşaatçılaşması ve iktidarlaşması ile aslında iftarın –lafını etmek bana düşmez ama– sadeliğini, aileviliğini, o biraz da kasıtlı mütevazılığını, geçtiğimiz yıllardaki o şaşaalı otel masalarıyla yok eden AKP, Taksim’in de insaniliğini yok etmeyi kafasına koyunca, meydana kuruluverdi.
Böylece bir taşla birkaç kuş vurmaktaydı. Hem direnişçilere meydanın artık bir sahibi, asıl sahibi olduğunu gösteriyordu, hem de –güya– meydanı yeniden insanileştiriyor, hayata katıyordu. Evet, bu manzara biraz sırıtıyordu; aynı, Gezi Parkı’nın halka açılması ama aslında bir askeri garnizon parkı haline getirilmesine benziyordu biraz.
Fakat bu hamlenin bir karşılığı oldu. Bu durumu gören Antikapitalist Müslümanlar ve dindar olmayan ama dinle, dindarlıkla diyaloğa önem veren kimi direnişçi gruplar, yeryüzü sofralarında buluşmaya başladılar. Böylece İstiklal Caddesi’nde ve başka bazı kamusal alanlarda, geniş katılımlı, uzun iftar sofraları görmeye başladık. Ta ki polis engelleyene kadar. Bu sofraların iddiası, ‘devlet’in, iktidarın, yani sarayın değil, halkın sofrası olmasıydı ve tevazuya bilhassa özen gösterilmekteydi. Elbette önemli, anlamlı bir hamleydi, itirazdı. Gördüğü ilgi ve iktidar çevrelerini rahatsız etmesi de bunu gösteriyor zaten. Fakat bir yandan da, bütün bu kamplaşmadan elimizde şu kaldı: İftar gittikçe dini bir ritüel olmaktan çıktı, kamusal alanda icra edilebilecek, edilen bir siyasal ‘eylem’ oldu. Ve böylece dini bir ritüelin kamusal alanda icra edildiği, bir değil, iki siyasi eylemimiz oldu. Biri iktidarın, biri de iktidarda olmayanların.
Burada belki konuyu tartışma amaçlı birkaç soru sorabiliriz. Öncelikle bir dini ritüelin hem iktidar, hem de iktidar karşıtlarınca –açık ki– bir ‘siyasal eylem’ haline getirilmesi, nasıl desek, uygun mudur? Yeryüzü sofralarının taşıdığı anlam, söylediği söz elbette önemlidir ama neden iktidarın meydandaki iftarı ‘kötü’ ve yan meydandaki iktidar olmayan iftar ‘iyi’? Temelde ikisi de aynı siyasal zeminde söz söylemiyor mu? Herkesin siyasal ‘söz’ünü kamusal alandaki bir iftar sofrasında söylediği (buna Başbakan Erdoğan’ın katıldığı iftarlar sonrasında neredeyse her gece yaptığı ve televizyonlarda yayınlanan konuşmalarını da ekleyebiliriz) bir düzlemde, mesela Aleviler, dindar olmayanlar, Hıristiyanlar ne yapmalı? Bir kenara çekilip izlemeliler mi, yoksa bir ucundan bu ritüele katılmalılar mı? Biliyorum, o sofralarda herkese yer var. Onu bu derece yaygın ve anlamlı yapan da bu zaten. Ama mesele bir yandan da herkesin buluşabileceği, konuşabileceği yeni ve aynı oranda meşru zeminler üretmek, sanki biraz.
|