Geçtiğimiz hafta DSP Milletvekili Ali Rahmi Beyreli CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na gönderdiği mektubu paylaşmıştı bizlerle...
Beyreli’ye yanıt Kılıçdaroğlu yerine CHP Milletvekili Sena Kaleli’den geldi...
Kendi hakkında çıkan yazılara parti zarar görmesin diye yanıt vermeyen Kaleli Beyreli’nin mektubunu yanıtlamış...
Uzun mektubu sabırla okumanız umuduyla diyerek paylaşıyorum;
“24 Temmuz 2013 tarihli köşe yazınızda yer alan ve sükût ikrardan gelir dercesine yorumsuz sunulan, Sayın Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun İslâmcı yazar ve kanaat önderleriyle yaptığı iftar programı ve politikalarına ilişkin, Sayın Ali Rahmi Beyreli’nin değerlendirmelerine sessiz kalınmasının, partim ve Sayın Genel Başkanım adına olumsuz algılamalar yaratacağı düşüncesiyle bu satırları kaleme alıyorum.
Kendimle ilgili çıkan yazılara parti içi sorun havası yaratmamak için sessiz kalsam da, partim ve genel başkanımla ilgili değerlendirmeleri sessiz kalarak onaylamak, benim siyaset anlayışımla bağdaşmamaktadır.
Öncelikle bilinmelidir ki araştırma sonuçlarından rahatsız olarak, özellikle seçim dönemlerinde beklentiler doğrultusunda yapılan siyaset, daha da yıpratıcı boyutlara ulaşmaktadır. Bu dönemlerde, basında bir diğeri için çıkan olumsuzluklara sessiz kalınarak onaylama yolu tercih edilmekte ve gerektiğinde aynı yol kullanılarak bu yöntem fırsata dönüştürülmeye çalışılmaktadır.
Sayın Beyreli’ye, birlikte siyaset yaptığı Sayın Bülent Ecevit’in, vekilliğinden önce ve sonra yaptığı kapsayıcı ve toplumu kucaklayıcı siyaset anlayışını hatırlatmak isterim.
Sayın Bülent Ecevit toplumun her kesimine elini uzatmış ve sosyal demokratlara mesafeli duran kesimlere “Bizim amacımız; inançlara saygılı laikliktir” diyerek dindar ve muhafazakâr yurttaşlarımızın da kendilerini güvende ve huzurlu hissetmelerini sağlamaya çalışmıştır. Sayın Beyreli mensubu olduğu partinin hassasiyetlerine bugüne dek itiraz etmemiştir.
Öncelikle Sayın Bülent Ecevit, CHP ilkelerine, Demokratik Sol anlayışla eklediği değerler Türkiye gerçeklerini ve halkın değerlerini de önemsemiş bir lider olduğunu göstermiştir. Kurduğu MC hükümetleri, Sayın Erbakan’la yaptığı koalisyonlar, halkın değer ve kutsalları ile Atatürk devrim ve ilkelerinin bir arada genel kabul görmesine yönelik politikaları; ötekileştirmeyen, herkesin birbirine saygı ve anlayış içinde yaklaşmasını içeren bir temele dayanıyordu. Bu doğru çıkışlar sayesinde dönem dönem iktidarla kucaklaşmış, Türkiye siyasetinde saygın bir isim olarak yerini almıştır.
Zaman zamanda bir ABD projesi olduğu geniş kesimlerce kabul gören Fethullah Gülen Hareketi ile kucaklaşması yadırganıp eleştirilmişse de amacının dünyanın birçok yerinde faaliyet gösteren okullarına duyduğu takdir hissinden olduğu düşünülmüştür. Yoksa yıllardır Emniyet güçleri içinde örgütlenen F-tipi Polislerin GEZİ direnişindeki acımasızlıkları ve kullandıkları şiddeti görenlerin bu övgüyü ve takdiri kabul etmeleri mümkün değildir. Sayın Beyreli de kanımca bu ikilemi görmüştür. Siyasette unutulmak üzücüdür. Anımsanmak için bazen böyle çıkışlar olabilmektedir. Beyreli’nin de böyle bir çıkışı olduğunu düşünüyorum. Yoksa hem genel Başkanımıza hem CHP’ye hem de iktidar olmak için yenileşmenin şart olduğunu gören tüm sol/sosyal demokratlara haksızlık etmiş olur.
BİRLİKTE RAHMET VE BEREKET, AYRILIKTA AZAP VARDIR. AYRIŞTIRILAN, AYRIŞAN HİÇBİR YERDEN BEREKET ÇIKMAZ.
Kaldı ki solun tarihsel gelişimi, ötekileştirmeye ve ayrışmaya değil, ortak aidiyetler geliştirmeye ve bütünleşme mücadelesine dayanır.
Bu mücadelede yeterince başarı sağlayamadığımız için bugün hâlâ, din ve kutsal değerler siyasete alet edilmekte, kadından başlayarak, ötekileştirme, ayrıştırma ve kamplaştırma yöntemleriyle kardeş kardeşe düşman edilmekte, şiddet giderek artmakta, kavramların içi boşaltılmakta, demokrasiyi sadece sandıktan çıkan çoğulculuğa yükleyen, halkta çıkar umutlarına dayandırılmış bir anlayış, hükümranlığını sürdürmektedir.
Bu doğrultuda herkese, hep bir sıra verilerek, zaman biçerek, kendimize benzetmeye çalışarak, tek tipçi bir anlayışa mahkûm edilmişiz. Bu “sırası ve zamanı değillerin” sıra ve zamanını belirleme iradesine bile muhtaç hale getirilmişiz.
Bu anlayış, hep kişilere odaklı siyasetin, varlık nedenini birilerine bağlamanın, ‘bizim istediğimiz kadar varsın’ ilkesinin, mülkiyet duygusundan hareket etmenin sonucunda küçülmeye, küçük olana hâkim olmaya dönüşmüştür.
Mülkiyet duygusu da, simgelere verdiğimiz değerin, insana, bir arada yaşama iradesi olan millete verilmesine engel olmuş, hep insanın yok olmasına dayalı bir sisteme dönüştürülmüştür.
Oysa algıladığımız kadar var olabiliriz. Varlık sorunu yaşanan hiçbir yerde geniş kitlelerle var olmak mümkün olamaz. Birey olarak var olabilmek, bulunduğumuz kuruma katacağımız değeri başkalarının lütuf ve himmetine bırakmaz.
Geldiğimiz noktada herkesin birbirini kucaklama hamlesine ihtiyaç vardır. Ortak ve birleşeceğimiz değerler; insanlık, vicdan, adaletten çıkaracağımız ÖZGÜRLÜKÇÜ, LAİK DEMOKRASİ olmalıdır. Siyaset, kimseyi mümin ya da kâfir yapmaz. Siyasetçi hata yapabilir, niyeti önemlidir. Zahirini yargılamayı bilmeyen, mazlumu himaye edemez. Hepimiz, önce kendimizle, sonra toplumla barışabilmeliyiz. Suç, yanlış varsa, siyasetçi, sivil toplum ve medyanın bu süreçte eksik yaptıklarının payı vardır.
Ayıplamadan, yargılamadan, kınamadan, nefret ve öfke geliştirmeden önce kendimizi sorgulamalıyız. Kendi kutsal ve kahramanlarımıza gösterdiğimiz hassasiyeti, başkalarının da kendi kutsal ve kahramanlarına gösterebileceğini düşünerek politik dilimizi geliştirebilmeliyiz. Neden olmadan sonuç yoktur. Hiçbir sosyal olay da tek bir nedene bağlanamaz. Bize göre yanlış olanı itmek, dışlamak bize yakışan değildir. Biz bize, minimalist, kokmadan, bulaşmadan, denge üzerine idare-i maslahatçı ve öğüt veren öğütücü siyaset bizi bir yere vardırmaz. Kolaycılıktır, sadece belki yerimizi korur ve birilerinin onayını alabiliriz.
Birilerine medyun-u şükran siyaset yapmanız, vefa ile açıklanamaz, sadece bağımlı hareket etmenizi, etik siyaset çizgisinden uzak siyaset yapmanızı, kendinizi inkâr etmenizi gerektirir.
Artık herkesin aynaya bakıp kendisiyle yüzleşme vaktinin gelip de geçtiğini düşünüyorum. Atatürk devrim ve ilkelerini iyi anlatamayan, halkın değer ve kutsallarıyla birleştirmeyi beceremeyen, Atatürk’ün yanlış anlaşılmasına ve bugün getirildiği noktaya neden olan hepimiz, kendimizde bir yanlış olduğunu görmeliyiz. Dini, kişi ve kurumları geliştireceğimize, kullanarak, onlardan geçinerek zedelememeliyiz, yıpratılmasına izin vermemeliyiz. Hiçbir kabullenmenin de diretmeyle sonuç vermeyeceğini artık görebilmeliyiz.
Bizler, başta siyasiler, toplumsal barış için toplumun genelini ilgilendiren temel hak ve özgürlükleri ilgilendiren yasaları, ertelemeden, koşul öne sürmeden çıkarmalıyız. Kimsenin kimliği, cinsiyeti, kültürü bir diğerinin üstünde değildir. Kendi kimlik ve değerlerimizi önceleyerek toplumsal barışı sağlayamayız.
Bildik, ikiyüzlü, kişilere dayalı, öğüt veren ama öğütmeye çalışan, geleneksel, erkeksi korku, tanım, kızgın ve tepkisel siyasetle sorunlar çözülemez. Gemlenemeyen sahiplik duygusuyla kendi tercihlerine uygun olmayanları hedef gösteren, dışlayan, siyaseti basın üzerinden yaparak, gazete sütunlarını gazeteci ve siyasetçi Sayın Güler Buğday’ın da deyimi ile ‘siyasi bülten’leriyle işgal eden anlayıştan çözüm değil, tıkaç siyaseti çıkar.
Siyasete insan kazandırmak ve caydırmamak istiyorsak, bu tutumlarımızı davranış biçimi haline getirmemeliyiz. Düşüncelerimizden kaderimize giden yolda davranış, alışkanlık ve belirleyici olan karakterimizi iyi yönlendirmeyi becerebilmeliyiz. Değerler siyasetine, yani hak, özgürlük, vicdan, insan olmanın gerekleri üzerinden üretilen bir demokrasiye hepimizin ihtiyacı var. Uzağımızda bırakarak, çoğunluğa ve güce sırtımızı dayayarak, baskı kurarak bir arada yaşanamayacağının farkında olmadan ve siyasiler olmadan da her değeri önemseyerek sahiplenen bir toplumsal dönüşümü içselleştirmeden, GEZİ ruhunu anlayabilir miyiz?
Siyaset bazen sosyal sürgün olmayı göze alabilmeyi gerektirir. Her yargılama, bir sorgulama ister. Sınırlı düşünme, tüm değişkenleri, geçmişi, bugünü ve yarını hesaba katmadan, ben merkezli değerlendirmeler, işe yaramayan ezber ve tekrardan ibaret kalıyor. Dayatma, diretme, özgürlükler ve direnme mücadelesine karşılıklı dönüşüyor.
Karşılıklı meşrulaştırmayalım, kabul etmiş görünmeyelim mücadelesinden huzur ve barış çıkmıyor. Olası talep öngörüleriyle, niyet okuyarak, hak ve özgürlükleri, demokrasiyi erteleyip feda edemeyiz. Samimi demokrasinin yerleştiği yerde, bu taleplerin samimiyetsizliği de sırıtacaktır.
Oysa siyaset, çözüm mercidir. Sizin gibi düşünen, düşünmeyen herkesi kabul etmenizi, tahammüllü olmanızı, varlığını tanımlamak değil, tanımanızı gerektirir. Siyaset, sırtınızı dönme değil, elini tutabilme becerisi ve esnekliğini sizden bekler, çünkü özü iletişimdir, samimiyettir. Siyasette artık kimse kendini malzeme gibi görmenizi de istemiyor. Oy versin, vermesin, sizin varlığınızı duyumsamak, gerektiğinde de duyumsatmanızı bekliyor. Hak alma, hak verme hakkı da kimseye ait değildir. Siyaset, kolayı, kolaycılığı kaldırmıyor.
Bizler, Genel Başkanımız veya siyaset yaptığımız arkadaşlarımızla ilgili yorum yapmamaya, hepsini kendi içinde bulundukları durum, bölge ve anlayışla değerlendirmeye çalışmalıyız…”
|