Gezi olayları sırasında revirde tanışıp birbirlerine aşık olan iki “çapulcu” dün evlendi. Ve düğünlerini de Gezi parkında yapmak istedi. Fakat beklendiği üzere buna izin verilmedi... Ve park YİNE kapatıldı. Yine TOMA, yine gaz, yine kaçışma, yine gerilim...
Şaşırmadım. Fakat sonra şaşırmadığıma şaşırdım.
Gezi Parkı belli ki bir “kale”ye dönüşmüş durumda. Sanki Bizans saldırıyor, Ulubatlı Hasanlar da koruyor.
Neyin kalesi peki? Zihniyet kalesi.
***
Geçen gün www.sanatatak.com’da çok güzel bir yazı yayınladı. Yazının sahibi mimar Jesse Honsa. Şöyle diyor Honsa:
“Gezi Parkı’nın yenilenmesi, İstanbul’un yaratıcı ve üretken ruhunun, kentsel politikalar aracılığıyla, tüm kentte nasıl baskı altında tutulduğunu bizlere gösteriyor.
Bir takım “iyileştirmelerin” ardından Gezi Parkı yeniden açıldı: Gezi işgalcilerinin diktiği sebze bahçesi, tek tip bir çimenlik alan uğruna kökünden edildi; kütüphane, sinema ve benzer oluşumlar yok edildi; bir anıtın üstü alelacele güllerle kaplandı. Duvar boyunca sarkan çiçekleri mekanik bir cihaz suluyor. Nihayet, geniş otoyol peyzajından esinlenen bir toprak banket, parkın batı köşesini süslüyor; tabloyu, yapay çim halıdan fışkıran golf sahası tarzı sulama sistemi tamamlıyor.
Parkın yenilenmesi, sonuçta kamp yerindeki üretken, aktif ortamın tüm izlerini silmeyi ve parkı pasif bir tüketim alanına dönüştürmeyi hedefleyen bir girişimdi. Vali Mutlu’nun önerisini hatırlayalım: “Yürüyüş yapın. Ama parkta kalmayın.” Bu ifade bize açıkça gösteriyor ki parkların, dünyanın her yerinde etkileşim ve keşif alanı olarak kullanıldığını bu yönetim çok az anlayabilmiş.
Hükümet, 2013 Haziran’ındaki oturma eylemini yanlış yorumlayarak belli bir bölgenin yasadışı bir şekilde sahiplenilmesi olarak gördü. Ancak kütüphane, ortak yiyecek standları, sebze bahçeleri ve en önemlisi halk forumları gibi bu gayri resmî kurumların çoğu, aslında vatandaşların, şehirlerinde, gerçek kurumlar olarak neyi talep ettiklerinin fiziksel örnekleriydi...
Gezi Parkı protestolarına yaratıcılık damgasını vurdu: Protesto sloganları, sosyal medya ve Taksim Meydanı’nın etrafındaki tahrip olmuş duvarlar espri ve yaratıcılık kokan mesajlarla doldu taştı. Hükümetin, bu yaratıcı çabaları pek çok cephede bastırması, cadı avına çıkması, etrafı “temizlemesi”, İstanbul’daki yaratıcı ruhu daha yaygın bir şekilde bastırma isteğini yansıtıyor. İstanbul’un canlılığına aktif olarak katkı vermek isteyenlerin sesleri yeni, el değmemiş golf çiminden yapılma halıların altına süpürülüyor.”
***
Honsa’nın dediklerine yüzde yüz katılıyorum. İktidar, daha doğrusu Başbakan Recep Tayip Erdoğan toplum mühendisliğine soyunmuş durumda. Oluşturmak istediği de muhafazakâr, dindar bir toplumdan ziyade bana kalırsa “sıkıcı” bir toplum yaratmak. Sıkıcı bir basın yayın, sıkıcı bir edebiyat, sıkıcı bir sosyal medya, sıkıcı bir sanat ve tabii ki sıkıcı bir mimari... Yaratıcılığın zararlı olabilir gerekçesiyle baskı altında tutulduğu toplumlarda her şey sıkıcı, sıradan, heyecansız olmaya mahkûm...
İstanbul son 10 yılda muazzam bir inşaat şantiyesine döndü. Yeni yeni yüzlerce bina dikildi, dikilmeye de devam ediyor. Eskiyi sevmeme rağmen modern mimariye de soğuk bakan biri değilim. Modern binaların da heyecan verici olabileceğini biliyor ve dünyadaki örneklerini ilgiyle takip ediyorum.
İstanbul ne yazık ki sıkıcı bir şehir olmaya doğru hızla ilerliyor. Bakıyorum bakıyorum heyecan verici, eğlenceli, zekice tasarlanmış bir yapı göremiyorum. Kanyon hariç hemen hemen bütün AVM’ler aynı tipte, aynı heyecansızlık ve sıradanlıkta. Hemen hemen bütün yeni siteler, zart kentler, zurt towerlar aynı banallikte. Giderek daha irileşiyorlar, daha devasalaşıyorlar, isimleri de her geçen gün daha abuklaşıyor ama iyi bir tasarım, alternatif bir yaşam ve tüketim biçimi sunan yok. Hiçbirinde oturmaya can atmam...
Düğünleri TOMA’larla engellemeye devam edin... Sonunda sıkıntıdan patlayarak yok olacağız...
|