Gazetecilik karga sürülerine rağmen ve inatla bir kartal gibi tek başına uçmaktı sınırsız gökyüzünde, siz bizim kanatlarımızı kırdınız. Gazetecilik yaşamaktı, yaşadığını aktarmaktı, siz bizi öldürdünüz…
1992 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin kapısından girerken ne olacağını, neye dönüşeceğini bilmeyen 17 yaşında bir çocuktum. Okudum, okutuldum, öğrendim, öğretildim, çalıştım, çalıştırıldım, kanatlarım çıkmaya başladı önce, sonra palazlandım biraz, baktım her şeyi sorar, merak eder, öğrenir olmuşum. Sonra kafa tutmaya başladım beni sınırlamaya çalışanlara. Sınırları kabul etmedim, doğru bildiğimi söylemem gerektiğini haykırmayı öğrendim, çekinmemeyi, gazetecinin halkı bilgilendirmek adına güçlü olması gerektiğini öğrendim. Artık uçmaya hazırdım, kuvvetlenmişti kanatlarım.
Mezun oldum. Uçma vakti geldiğinde haberler benimdi artık. Ben muhabirdim.
Muhabir özgürdür. Haberini kendi seçer, gider, araştırır, sorar, soruşturur, belgeler, yaşar, yazar. Muhabir kendi gökyüzünde tek başına uçarken tanık olduklarını yeryüzündekilere anlatır. Muhabir keskin gözlü, keskin kulaklı ve çok dikkatli bir kartaldır. Muhabir cesurdur.
Gökyüzünden yeryüzüne yansıttıklarının arkasında dimdik durur kuvvetli bir çınar gibi. Öyle zamanlar olur ki, haberin için kavga edersin, yazı işleri birbirine girer. Haber namusudur muhabirin, sonuna kadar korumakla, olduğu gibi kalmasını sağlamakla yükümlüdür. Ve muhabir tüm bu mücadeleyi verirken arkasında hiç kimsenin olmamasına alışmış olan kimsedir.
Yıllar süren muhabirlik dönemim mesleğimin en keyif aldığım günleriydi. Çalıştığım hiçbir kurum, hiçbir meslek oluşumu, devletin hiçbir birimi hiçbir zaman arkamda değildi. Ölümlerden döndüm defalarca, tehdit telefonlarıyla uyandığım geceler oldu. eylemlerde yediğim joplar, kafama isabet eden taşlar, sarkıntılık eden haber kaynaklarını saymıyorum bile.
10 yıl sonra ayrıldım mesleğimden hastalanmıştım… Biraz dinlenmek, kanatlarımı sağlamlaştırmak için köşeme çekildim sessizce. Bir muhabir eğer muhabir değilse artık, sessizdir hem de çok sessiz tıpkı bir gölge gibi. Özgürlüğüm iki koltuğa sığar oldu, kanatlarım kırıldı, kavgalarım, koşturmalarım sadece hayallerimde kaldı. Özledim, özlemle iyileştim belki ve sonra artık yeter dediğim anda yine gazeteciyim deyip çıktığımda meydana. Mesleğimin de en az benim kadar hasta olduğunu gördüm.
Habercilik kanser olmuştu.
Bitmeyen bir enerji ile her an patlamaya hazır bombalar gibi çalışan medya binalarında artık sinek vızıltıları duyuluyordu. Muhabirlerin haberleri için hesap sordukları yazı işlerinin meydanında sadece çaycılar dolaşıyordu. Haber saatlerindeki koşturmacada birbirine çarpan gazeteciler miskin miskin köşelerine çekilmişler, artık büyüdük muhabirlik mi yapacağız edalarıyla köşe muhabirliği yapıyordu. Dünyayı yöneten insan karizmasındaki yazı işleri müdürleri, genel koordinatörler el etek öpmekten öyle eğrilmişlerdi ki, yürüyüşleri bile yamru yumru olmuştu.
Muhabirlik yapayım dedim sen yaşlandın dediler ki, -muhabirliğin yaşı olmaz diye biliyordum ben ve gazetecilik mesleğinin en güzel statüsüdür muhabirlik-. Editörlük yapayım dedim, sen çok donanımlısın editörler artık kopyala yapıştır sayfa hazırlıyor dediler. Köşe yazayım dedim, senin yazdıkların çok içerikli yazılar köşelerde artık gündem yazıları yazılıyor dediler.
Sonunda küstüm. Mesleğime değil, mesleğimizi bu hale getirenlere küstüm. Haberciliği kanser edenlere küstüm.
Kanser öyle büyük bir hızla yayılmış ki, haberciliğin içinde Sonra gördüm ki, bildiğini dosdoğru söyleyenler ve yazanlar, yazdığının arkasında durup el etek öpmeyenler, sürekli boyun eğmeyenler işlerinden hemen sistemin dışına atılıyor, açlığa mahkum ediliyor, insanlar işleriyle, eşleriyle, çocukları ile tehdit edilip korkutuluyor, sindiriliyor. Sinmeyenler, direnenler, hatta zaman zaman da direnme potansiyeli olanlar meslekten men ediliyor.
Haberciliğin içinde hızla ilerleyen kanserin yarattığı tehlike sadece haberciler tarafından yakından takip edilirken, bir anda toplumsal bir infial olarak patlayan Gezi Parkı olayları haberciliğin miladı oldu adeta. Toplumun sadece üzerlerindeki baskılara karşı değil haberciliği yiyip bitiren kansere karşı da fikir sahibi olmasını sağlayan Gezi olaylarında, sıkılan balon patladı. Taksim’de, Kızılay’da ve Türkiye’nin pek çok yerinde biber gazlı, portakal gazlı, tomalı, joplu, plastik mermili bir iç savaş yaşanırken haberciler de yaşananları yansıtamamanın en üst sınırına ulaşmıştı.
Penguen belgeselleri milat oldu, medya kuruluşları halkın gözünden düştü, düştü, düştü hem de galya kuyusunun en derinlerine…
Ülkesinde olan biteni yabancı medya kuruluşlarından öğrenmek zorunda kaldı insanlar. Bin dolarlarla maaş alanlar el etek öperken, eylemcilerin arasına gönderdikleri asgari ücretli haberciler yediler dayakları, ellerinde gaz maskeleri ile itilip kakıldılar oradan oraya.
Gezi olaylarının sakinleşmesi ise cadı avı için sırada bekleyen hüküm edenlerin kanlı tırnaklarını pençelerinin arasından çıkarıp sinsice ormanda yürümeleri için bir fırsat oldu. Tüm olaylar boyunca kimin ne mal olduğunu anladıkların söyleyip ağızlarından akıttıkları zehirli salyaları ile ortalığa tehditler savuran hüküm edenlerin bir bir listelediği isimler işten çıkartıldı, istifaya zorlandı…
Av hala sürüyor. Önce itibarı elinden alınan ardından hapislere atılan, galya kuyusunun en derinlerine savrularak tüm inandırıcılığını yitiren basın mensupları uzun süredir açlıkla pençeleşmekten yılmışken artık tamamen işsiz kalma korkusu ile karşı karşıya bırakılıyor. Bu ülkede basın Recep Tayyip Erdoğan eliyle yok edilmeye çalışılıyor. Hatta neredeyse tamamen yok edildi. Her gün ulusal ya da yerel basında habercilerin işten atıldığı ya da istifa ettiği yönünde haberler duyuluyor, sakın yanlış anlaşılmasın haberler artık medya kuruluşlarından değil sosyal medya ağlarından yayılıyor. Zaten doğru dürüst sosyal haklara sahip olmayan, 212 Sayılı Basın Kanunu'na uygun çalıştırılmayan haberciler artık sadece sosyal medyada yer bulabiliyor.
Toplumu susturmak için önce medyayı kullanan, ardından bireysel haklara kadar her alanda kısıtlamalar getirerek herkesin hayatını kontrol altına almak isteyen Başbakan, Gezi Parkı'nda yarattığı infialden memnun olsa gerek ki, basın sektöründe de bir patlama yaratmak için elinden gelen gayreti gösteriyor.
Az kaldı basın sektöründeki patlamaya…
Kanserli hücreler büyüyor, metastazlar iyice belirgin hale gelmeye başladı, operasyon yetmeyecek bundan sonrasını kurtarmak için; kemoterapi, radyoterapi ne gerekiyorsa uygulanarak, kanserli hücreler özgürlüğün en güzel vücut bulduğu basın sektöründen temizlenecek.
Üzerimize yığdığınız baskılar bizi büyüttü Başbakan, hapsedildikçe özgürlüğe hasretimiz büyüdü, kanatlarımız kırıldıkça uçmaya hasretimizi büyüdü, yaşamlarımız yok edildikçe yaşamaya hasretimiz büyüdü. Çok az kaldı basın sektörünün patlamasına.
Uçurtmayı uçuranın rüzgar değildir, rüzgara karşı duruşu olduğunu bilen bizler, yaralarımızı temizleyip yeniden kanat çırpacağız bir kartal gibi gökyüzüne.
|