Şimdi soracaksınız, “seçmeninden üst üste artarak oy alan, dünyanın takdirini(!) toplayan ve bin beş yüz yıllık bir devlet geçmişine sahip 80 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti'nin, neslinde otuz sekiz padişah olan Başbakanı'na, onca sıfat varken, neden böyle ciddi olmayan bir sıfatı lâyık gördüm?” Gerekçemi ayrıntılı açıklayacağım. Ama önce kestirmeden yanıt vereyim; Bırakın on ikiyi, üç-beş yıl boyunca ekonomide önemli bir sorun yaşanmamış bir dönem, 1950’den beri hiçbir başbakana nasip olmadı. Diyeceksiniz ki, bu durum onun “şanslı” değil, “becerikli” olduğunu gösterir. Hayır... 1929’dan sonra dünyanın 2000’de gördüğü en ağır ekonomik bunalımdan Türkiye, Başbakan Ecevit’in kendini feda ederek aldığı önlemlerle düze çıkmıştı. 2003’te Başbakan olduğunda R. T. Erdoğan’ın teslim aldığı ekonomi, artık sağlıklı bir yola girmişti.
Gelelim bu gerçeğin iç yüzüne: 1980’lerde başlayan açık finansman politikası yüzünden yüzde 300’lere varan enflasyon 21. yüzyıla girerken, ülkeyi mali bir çöküşe sürükledi. Bankaların iflasıyla başlayan kriz, çok kısa sürede bütün ekonomiyi sardı. Ve halkın indinde gelmiş geçmiş en dürüst politikacı Bülent Ecevit, bir gecede günah keçisi oluverdi. Oysa gerçek sorumlu, kamu kaynaklarını, oy kaygısıyla partizanca plansız, programsız yirmi yıl boyunca harcayan politikacılardı. Daha önce DSP Genel Başkanı olarak, “Gümrük Birliği anlaşmasını yırtacağım\' diyen Başbakan Ecevit, Avrupa Birliği'nin ve IMF’nin kapılarına gitmek zorunda kaldı. Başka bir liderin bir tekini bile kendi parti grubundan geçiremeyeceği, başta Merkez Bankası'nı bağımsızlaştıran olmak üzere 22 yasayı TBMM'den hem de bazılarını tek oturumda geçirdi. Siyasi tarihimizde Türkiye, ne öyle büyük bir kriz ne de o denli riskli kararlara imza atan başbakan görmüştü.
2003’ten başlayarak, düzelme seyrine giren ekonominin bu günlere gelen olumlu tablosunun arkasında o tarihte atılan ekonomik yapısal temeller vardır. AKP'nin düne kadar tek yaptığı ise devraldığı istikrar programını IMF'nin zoru ile düne kadar sürdürmek oldu. Aslında bu tutumunun temelinde de, Ecevit'in o zaman özerkleştirdiği başta Merkez Bankası, ekonomiye yön veren kurumların, artık partizanca kullanılamaması yatmaktadır. Her yıl bütçeyi konuşurken Başbakan Erdoğan, \'Türkiye ekonomisi bugün sağlam temeller üzerinde yükselmeye devam ediyor\' diye nutuk atabiliyorsa, her şeyden ve herkesten önce o temellerin sahibi Bülent Ecevit'e (aydınlık içinde yatsın), minnet ve şükran duyması gerekir. İşte, şanslı politikacıdan kastım, bu gerçekti. Türkiye gibi demokratik bir ülkede eğer öncelikli olan halkın yararı ise, seçilerek ülke yönetimine gelenler, geçmişin hakkını vermek zorundadırlar.
Oysa Başbakan bütün medyayı esir almış durumda ve bir patron ağzıyla ekonomi başta her alanda kendini övüp durmaktadır. Son iki yıldır, hemen her konuda olduğu gibi ekonomik konularda da, Erbakan Hoca'ya başkaldırıp kendisini AKP’ye genel başkan yapan kader arkadaşı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü de, dışlamış durumda. Eğer bu gün Başbakan, Kasımpaşa’daki futbol takımının reisi gibi (ABD Başkanı Obama dışında) önüne gelen liderin üstüne yürüme cesaretini buluyorsa, Türkiye ekonomisinin, çoğu komşu ülkeye oranla göreceli istikrarı sayesindedir. Ne var ki, NATO’nun silah desteğine ve küresel sıcak sermayeye gereksinimi olan ülkelerin başbakanları unutmasın ki; “Yedek oyuncusu olduğu küresel kapitalist takımın kaptanı değil, kulübedeki kalecisidir.
Aslında, son Budapeşte konuşmasını yorumlayan kendisine yakın bir gazeteci de, bu gerçeği hiç aklından çıkaramadığını belgeliyor; “Başbakan Erdoğan Türkiye’yi 1959’dan bu yana kapıda bekleten AB’ye kızgın ama vazgeçmek niyetinde de değil.”
|