Spor salonunda oflaya puflaya mekik çekerken, telefon acı acı çaldı; ”13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin talebi üzerine yarın sabah 9’da Silivri’deki Ergenekon duruşmasında tanık olarak bulunmanız gerekiyor” diyordu ahizenin ucundaki polis memuru.
Allah, Allah! Bayram değil seyran değil 4’üncü yılında Ergenekon davasında neden tanıklığım isteniyor? Şaşırmadım desem yalan olur. Hemen Ayaklı-Ergenekon-Ansiklopedisi, gazetemizin yargı muhabiri Esra Alus’u aradım. ”Artık dava, tanık taleplerine geçti. Tahminim seni Doğu Perinçek 2006’daki yazından dolayı tanık olarak istedi” dedi.
Esra her zamanki gibi haklı çıktı. 2006’da Sabah gazetesinin Ankara temsilcisiyim. Henüz daha Ergenekon davası falan yok ama Danıştay saldırısı sonrası Ergenekon lafı ortada dolanmaya başladı. Geçmişte Can Dündar, Fehmi Koru ve Aksiyon dergisi devlet içinde böyle bir gizli yapılanma olduğunu yazmışlar. Ancak 2006’daki Danıştay saldırısından sonra, ‘derin devlet’ yeniden gündemde. Çünkü olayın ilk anda lanse edildiği gibi ”dini amaçlı” bir saldırı değil, muhtemelen iktidardaki AKP’yi yıpratmak amaçlı karanlık bir planın parçası olduğu şüphesi belirdi. Garip tesadüfler zinciri Danıştay saldırısını Cumhuriyet gazetesinin bombalanmasıyla birleştiriyordu. Soruşturma kısa zamanda devlet içinde de uzantıları olan ulusalcı, Kızıl Elmacı bir yapılanmaya doğru yoğunlaştı. Bildiğiniz derin devlet yani.
Ben de o dönemde hırslı ve hızlı bir Ankara temsilcisi olarak, gazeteye bir zarf içinde gelen ‘Ergenekon’ yapılanmasıyla ilgili belgeyi ”İşte Ergenekon Anayasası” diye Sabah’ta yazdım. Hay yazmaz olaydım! Ne bileyim birkaç yıl sonra bu konunun dallanıp budaklanıp Türkiye’nin en tartışılan davası haline geleceğini ve bir gün o davaya tanık olarak çağrılacağımı!
Üstelik de, yazmakla kalmayıp, acar gazetecilik yapacağım diye daha sonra Doğu Perinçek’i bulup, ‘Devlet içinde ulusalcı bir çete var mı’, ‘Bu Ergenekon belgesini siz mi yazdınız?’ diye sorup cevaplarını da köşeme taşıdım. Sabah büroda Perinçek’le yapılan bu sohbet, ilk ve son görüşmemiz. Çünkü o röportajda bana Ergenekon belgesini kendisinin yazmadığını söylüyor, hatta bir kopyasını rica ediyor.
İşte Perinçek bu yüzden mahkemede dinlenmemi istemiş.
Çarşamba sabahı, Silivri yolunda, o kadar gerginim ki! Evet, onlarca tanıktan biri olarak çağrıldığımın farkındayım. Ama yine de o mahkemeye adım atmak zorunda kalmak, kamuoyunun bir karpuz gibi ortadan bölündüğü bu tarihi davada birkaç saatliğine bile ilgi odağı olmak, beni geriyor.
Tatsız ama yaşanması gereken bir tecrübe. Benden önce benim gibi tanıklığına başvurulan Can Dündar, ”Bir gazeteci olarak çok önemli bir deneyim. Düşünsene tarihi bir ana tanıklık edeceksin” diyor.
Ama o kocaman salona adımımı atınca, tarih marih düşünemiyorum. Kocaman ve neredeyse bomboş bir spor salonu, üstte mahkeme heyeti, solunda savcı ve arkada Ergenekon sanıkları... Hemen önlerinde de bana ayrılan mikrofonlu yer.
Neyse ki Silivri’deki Adalet Bakanlığı personeli çok dostane. Belki de gün içinde beni rahatlatan tek şey bu. Salona girmeden nerede durmam, ne yapmam gerektiğini önceden söylüyorlar. Sıramı beklerken, havadan sudan, Neşet Ertaş’tan laflıyoruz. Hatta bir ara genç katiplerle hararetli bir feminizm tartışması oluyor. Hayatımda içmediğim kadar çay içiyorum. ”İçeri girince insanları selamlamam lazım mı?” diye sorduğumda, nedense çok gülüyorlar bu soruya.”Hayır sadece mahkeme heyetine bakın. Sanıklara arkanız dönük olacak. Soruları cevaplarken de heyet başkanına hitap edeceksiniz” diyorlar.
Yine de içeri girince utangaç, gizli bakışlarla arkama bakıp yıllardır bu davadan yargılanan insanları inceliyorum. Aslında Ergenekon davası artık o kadar dallanıp budaklandı ki, herhalde avukatlar, sanıklar ve mahkeme heyeti dışında artık kimse bütün isim ve detaylara hakim değil. Yine de birçok ismi gazetedeki fotoğraflarından tanıyorum. 66 tutuklu sanığın çoğu salonda yok; kalanlar da birbirlerinden uzak oturmuş. Herhalde yıllar içinde hem hayatlarından, hem de birbirlerinden nefret eder hale geldiler. Gazeteci meslektaşlarımız Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’ı göremiyorum. Önde Doğu Perinçek var. Yanında İşçi Parti’sinden olduğunu sandığım birkaç isim. Arkada Kemal Kerinçsiz. Veli Küçük’ü fark ediyorum. Yalçın Küçük etrafıyla hiç ilgilenmeden kitap okuyor. Arkasında sıkılmış, hayata küsmüş, başını başka yöne çevirmiş bir adam var. Dursun Çiçek olduğunu çok sonra fark ediyorum. Gazetede yüzlerce kez resmini gördüğümüz Muzaffer Tekin de tek başına en önde oturmuş. Birkaç genç dışında sanıkların çoğu yaşlı başlı. O an, aman Allah’ım, bu insanlar ne kadar yaşlı, diye düşünüyorum.
Bir saat süreceğini düşündüğüm tanıklık, 7 saat sürüyor. Arada yemek ve çay molasına rağmen, onlarca soru yanıtlıyorum. Önce mahkeme heyeti, ardından savcı ve sanıklar. Sorular profesyonelce. Hakim mükerrer sorulara ve uzun yorumlara izin vermiyor. Somut soru ve yanıtlar istiyor.
Neler sorulmuyor ki... Doğu Perinçek’in Ergenekon’a kaç dakika göz attığından tutun da, Danıştay saldırısıyla ilgili Ankara kulislerine nasıl öğrendiğime kadar...
6,5 yıl önce yazdığınız bir yazıyla ilgili soruları, tüm netliğiyle ve hatırladığım ölçüde yanıtlıyorum. Ama düşünsenize ne kadar zor bir durum. O yazı benim için çoktan unutulmuş, yüzlerce eski köşe yazısından sadece biri. Ancak arkamdaki sanıklar için söylediğim her söz, hayati önem taşıyor. Sordukça soruyor, sormak istiyorlar. Tanıklığım belki Ergenekon göletindeki binlerce damlacıktan sadece bir tanesi. Ama eğer o damlacık adaletin yerini bulmasına bir nebze bile faydalı olacaksa, mutlu olurum.
Sabah 11 civarında başlayan ifadem, 6’ya kadar sürüyor! İtiraf ediyorum ki arkamdaki sanıklara karşı müthiş bir acıma hissi yaşıyorum. Ben bile günün sonunda perişanım. Mahkemedeki ufak gerilimleri bile kaldırmak zor. Filmlerdeki gibi viski bardağını doldurup kafaya dikmek istiyorum. Oysa onlar, yıllardır bu filmi her gün, her an yaşıyorlar. Hakimiyle, sanığıyla, savcısıyla kimsenin orada olmak istemediği bir dava bu bence... Ne diyeyim. Allah herkese kolaylık versin...
|