Medyanın görevi, trajik savaş gerçeğini göstermek, böylece halkın “bu savaş kazanılamaz” sonucuna varmasına ve tarafların yeniden “masaya oturmasına” yardımcı olmak. Öyleyse nesnel bir blanço çıkaralım:
Savaşın birinci dönemi 2011 Aralık ve 2012 Mart arasında yaşanan “kış savaşları” dönemidir. Düzenli ordular “kış savaşlarında” ezici bir üstünlüğe sahiptirler. O nedenle birinci dönem savaşta “inisiyatif” ordunun elindeydi. Gerilla önemli kayıplar verdi. HPG de bu kayıpları gizlemedi.
Savaşın ikinci dönemi bu yılın Mart ayı ile günümüz arasında yaşanan ve yaşanmakta olan “bahar-yaz” savaşları dönemidir. HPG “bahar-yaz” savaşlarında otuz yılın gösterdiği gibi çok ciddi avantajlara sahiptir. O nedenle şu ana kadar yaşanan çatışmalarda inisiyatif gerillanın elindeydi. Ordunun önemli kayıp verdiği, TSK’nın ise kayıpları gizlediği söyleniyor.
Nevar ki, bu çizdiğimiz tablo yalnızca “dış görünüş”tür. Savaşın asıl tablosu çok başka...
Savaş otuz yıldır sürüyor. Bu savaşın sürdüğü otuz yıl, gerçekte Türkiye’de “güçsüz” hükümetlerin var olduğu, koalisyon ortaklarının birbirinin kuyusunu kazdığı bir otuz yıldır. Bu dönemde ordu, tarihinin en “krizli” dönemini yaşıyordu. İçerden çürümüş, çeteleşmişti. Gladionun tasfiyesi gündeme gelince, çürüyen Türk gladiosu-JİTEM unsurları şu anda cezaevinde yatan, özellikle dağdaki savaş dışı denizcileri “ifsad” etmiş, darbeye kışkırtmaya başlamıştı. Darbeciler hem iç savaşla, hem de Irak savaşıyla “oyun” oynayabiliyorlardı. Her iki savaşı darbe “ortamı” için kullanıyorlardı. Hükümetler ABD yardımından mahrumdu.
Bu koşullarda “PKK’nin tasfiye edilememesi” doğal bir sonuçtu.
Şimdi durum kökten değişti.
Hükümet, Türk tarihinin şahit olmadığı bir çoğunluğa dayanmakla kalmıyor, “tek şef”in yumruğu altında “monolitik” ve “operatif” bir yapıya sahip bulunuyor. Bu hükümet aynı zamanda devlet aygıtına, Cemaatle birlikte egemen olmuştur. Türkiye her zaman bir “polis” devleti görünümündeydi ama, bu “polis” devleti ya “yargı” ya da “ordu” tarafından her zaman “dengelenmiştir”. Buradan hareketle Türkiye “iki darbe” arasında “ordunun vesayeti” yani gözetimi ve denetimi altında bir “polis devleti” olmuştur. Ama şimdi durum değişmiştir. “Denge” yok olmuştur. Devlet, şu anda (ve muhtemelen geçici olarak) Hükümeti, polisi, yargısı ve ordusu ile “monolitik, otoriter ve totaliter” bir karakter kazanmıştır. Ve bunlar kadar önemli olan şudur ki, Türk tarihinin hiçbir döneminde medya bugün olduğu gibi yürütülen savaşın “psikolojik beşinci kolu” durumuna gelmemiştir. ABD de savaşın içindedir.
Türk devleti şu anda gücünün zirvesindedir. AKP rejimi, Türk tarihinin tanıdığı en “güçlü” rejimdir.
İşte bu “monolitik, otoriter, totaliter” devlet rejimi, bu yılın “bahar-yaz savaşları” döneminde büyük bir başarısızlığa uğramıştır. Bu başarısızlık nedir? Bu başarısızlık “gerilla öldürememek” değildir. Ölmüştür, öldürmüştür. Bu başarısızlık, bu büyük güce rağmen HPG’yi durduramamak ve yok edememektir. Gücünün zirvesindeyken yapamadığını, bütün verilerin gösterdiği gibi “düşüş” aşamasında hiç yapamayacaktır.
O halde soralım:
Böylesine “elverişli” koşullara, kitlesel tutuklamalara ve sofistike silahlara rağmen “terör” denilen şeyi “yok edemeyen” bir devlet ve hükümet geleceğinden emin olabilir mi? Olamaz. Erdoğan-Gül, AKP-Cemaat ayrışması derinleştiğinde ki derinleşiyor; ekonomik büyüme durup, kriz yaklaştığında ki, yaklaşıyor; Suriye macerası Esad’ın “direnmesiyle” birlikte bir kabusa dönüştüğünde ki, dönüşüyor, ordu içindeki “zaman kazanma”ya çalışanlar yeniden kıpraşmaya başladığında ki, “İbrahimler” yani cemaatçi Gülerce ile AKP’ci Kiras bundan “kuşkulanıyor”, bütün bunlar olduğunda gelecek yılın “kış, bahar ve yaz” savaşlarının nasıl bir boyut alacağı açık değil mi? Açık. Hem de çok açık.
Ve işte durumun bu açıklığını gören görüyor. Zaman yazarı Mümtazer Türköne, bir yandan “kuyruğu dik tutarak” şu dikkate değer cümleleri yazıyor:
“Şimdi masayı tekmeleyerek deviren adamı, yediği dayaktan sonra elinden tutup ayağa kaldırmak, masayı yerine yerleştirmek ve sandalyeyi gösterip ‘buyur’ demek gerekiyor. Ama bu işi artık AK Parti Hükümeti yapamaz. CHP, Çandar’ın işaret ettiği gibi bu denkleme ağırlığını koymak ve çözümün güçlü bir aktörü haline gelmek zorunda. Seçim hesaplarına girmeden bu iş bitirilmek lazım.”
Siz şu “dayak atma” işini boş verin. Ben küçükken her “dayak yediğimde”, “dayak attım” diye şişinirdim. Olur böyle şeyler. Ama Türköne’nin bu yazısı, “dayak” işini değil, savaşın gerçek blançosunu en mükemmel biçimde özetlemiştir: AKP’nin masayı kurması ve PKK’yle masaya oturması artık zorunluluktur, önünde zaman kalmamıştır ve bunun için AKP’nin, kesinlikle CHP’ye ihtiyacı var.
CHP ne yapıyor? Karışık işler yapıyor. Genel Başkan Güney Afrika’da Sosyalist Entternasyonal’in bildirisini imzalıyor, Başkan yardımcısı Umut Oran bildiriyi çaktırmadan reddediyor, Haluk Koç da AKP’den “masayı devirmenin” değil, Oslo’nun hesabını soruyor...
CHP “mütareke ve müzekere”den mi yana, yoksa savaştan mı yana? Karar verin! Bu konu “muhalefet cambazlığı” kaldırmaz...
|