Bugün 12 Eylül 1980 darbesinin 32. yıl dönümü.
Gazetemizi ve bu köşeyi yakından izleyenler, bir biçimde “aşılmış”, artık “tarihte kalmış” kimi darbe ya da kutlama günleriyle ilgili “nostaljik” yazılardan uzak durulduğunu bilirler.
Son yıllarda 12 Eylül’e de sövüp saymak pek revaçta olduğu için son yıllarda bu köşede 12 Eylül’ün yıldönümlerinde “özel bir yazı” yazılmamıştı. Ancak bugün durum farklı görünüyor. Çünkü AKP iktidarı ve onun başı Başbakan Erdoğan, son yıllardaki uygulamalarıyla 12 Eylül’ü aratmayan, hatta Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) ve Özel Yetkili Savcılıkları (ÖYS) kullanma bakımından 12 Eylül’ü bile yaya bırakmış bulunuyor.
12 Eylül’ün en önemli özelliği yasama, yargı ve yürütmeyi Milli Güvenlik Konseyi denilen kuvvet komutanlarından oluşan beş kişilik bir cuntanın eline vermesiydi.
Bugün de yasama, yargı ve yürütme, sadece görünüşte ayrıdır ve gerçekte yürütme gücünü elinde tutan hükümet, AKP çoğunluğu ile yasamayı ve yaptığı hızlı kadrolaşmayla yargıyı da tümüyle kendi denetimine almış bulunmaktadır. Dolayısıyla yargıyla yürütmenin, yürütmeyle yasamanın ayrılığı birbirini denetleme imkanı ortadan kaldırılmıştır. Nitekim BDP’li bazı vekillerin dokunulmazlıkları konusunda Başbakan açıkça, “Yargıya da talimat verdik. Yasama organı da gerekeni yapacak” diyerek bu durumu çok çarpıcı biçimde ifade etmiştir. Burada fark AKP Hükümetinin “Seçimle gelen bir meclise dayanıyor” olmasıdır. Ama demokrasilerde seçim “olmazsa olmaz” olsa da sadece bir unsurdur ve dolayısıyla seçimde yeteri kadar çoğunluğu alan partinin eğer bir demokrasi kültürü yoksa ve onun gerektirdiği demokratik bir yönetim tarzını özümsememişse, sistemin bir tek parti diktatörlüğü biçiminde işlemesi kaçınılmazdır. Ve bugün AKP arkasındaki yüzde 50’ye dayanan oy gücünü kullanarak, 12 Eylül’ün uygulamaya cesaret edemediği keyfiyette uygulamalarla (Yargının ve emniyetin kullanılmasında, üniversiteler, TRT, AA, TUBİTAK’da kadrolaşma, muhalif güçlere yönelik “Terör örgütüyle bağlantılı” iddiasıyla tutuklamalar yapmakta, tutuklular ve yıllarca mahkemeye çıkarmadan bekletme...) hak-hukuk tanımazlıkta sınır tanımadığını göstermektedir.
12 Eylül darbesi Türkiye’yi dünyada en çok siyasi tutuklunun bulunduğu ülke haline getirmişti. Bugün de AKP Hükümeti, son dört yılda yaptığı tutuklamalarla, uluslararası insan hakları kurumlarının verilerine göre, dünyadaki 33 bin dolayındaki siyasi tutuklunun üçte birinin bulunduğu ülke durumuna getirmiştir. Ergenekon davalarında pek çok gazeteci, aydın, neyle suçlandığını bile tam bilmeden yıllardır tutulurken KCK davalarında gazeteciler, avukatlar, sendikacılar, legal Kürt partisinin yöneticileri, seçilmiş onlarca belediye başkanı yüzlerce yerel yönetici nerede başlayıp nerde bittiği belli olmayan bir “terör örgütü” üyeliği ya da yöneticiliğinden yıllardır cezaevlerinedir. Ve sadece KCK davalarından tutuklananların sayısı 6 bini geçmiştir.
Sorgusuz sualsiz süren iç ve dış operasyonlar, boşaltılan köyler, bombalanan köylüler, batı illerinde her vesileyle ortaya çıkan linç girişimleri, Kürt-Türk düşmanlığı kışkırtılması, üniversitelerde milliyetçilik ve dinciliğin ağır bir şal gibi üniversitenin üstüne örtülmesi, devlette siyasi kadrolaşmada hiçbir sınır tanımama, ...iş kolu düzeyinde grev hakkını ortadan kaldırma, emek sömürüsünün önündeki engellerin hiçbir hak-adalet kaygısına kapılmadan kaldırma, ... gibi konularda AKP dönemi 12 Eylül’ü aşan bir performans göstermektedir.
En son ortaya çıkmıştır ki, 12 Eylül’den kalma Marks’ın, Lenin’in, Nâzım Hikmet başta olmak üzere onlarca yazarın yüzlerce eseri, yüzlerce gazete ve dergi emniyet ve savcılıkların yasaklılar listesinde kalmaya devam etmektedir.
Şimdi AKP Hükümeti, bir yandan fiilen biçimlendirdiği bu “rejimini” bir yandan 4+4+4’le resmi bir ideolojik zemine oturtmayı amaçlarken öte yandan da “yeni anayasa” ile kendisinden sonra da devamını sağlayacağı bir “Devlet düzenine dönüştürmek” için hamleler yapmaktadır. Bunu da ülkenin demokrasi güçlerini, Kürtlerin, Alevilerin hak mücadelesinde ısrarlı kesimlerini bastırıp sindirerek gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır.
Hal böyle olunca da; dün AKP’ye destek veren, AKP’nin Türkiye’yi demokratikleştiren bir parti olduğunu savunan liberal kesimde bile, “AKP’nin kurmak istediği düzenin 12 Eylül’ün kurduğu düzenle ne farkı var?” sorusu giderek büyüyen bir soruya dönüşmektedir.
12 Eylül’ün ruhu AKP eliyle yeniden diriltilip, “halk iradesinin egemenliği” cilasıyla boyanıp ete kemiğe büründürülmektedir.
Ve tabii bu gidişat içinde 12 Eylül darbecilerini yargılayacak iddiasıyla kurulan mahkeme de trajikomik bir tiyatro sahnesi olmayı aşmamaktadır.
|