BEN bu filmi daha önce de görmüştüm. Farklı şartlar altında yaşanmıştı her şey, ama sonuçları itibarıyla da bugüne benziyordu.
Turgut Özal, ulaşılabilir, konuşulabilir, ikna edilmeye açık biriydi. Ama 1986 sonundaki ara seçimi kaybettikten sonra değişmeye başladı. 1987 referandumunun kaybedilmesi ve sonra da genel seçimin ucu ucuna kazanılması, Turgut Özal’ın ulaşılamaz, konuşulamaz, ikna edilemez insan olma özelliğini perçinledi.
1987 genel seçiminden 1989’da Çankaya Köşkü’ne çıkana kadar, kendi partilileri dışında hiç kimseyle konuşmayan, başka hiçbir kesimin görüşüne, önceliğine, hassasiyetine önem vermeyen bir Turgut Özal vardı.
Bugün benzer bir durumu Recep Tayyip Erdoğan’da da gözlemliyorum. Konuşulamayan, ulaşılamayan, ikna edilmeye açık olmayan bir Erdoğan.
Yanlış anlama olmasın, onunla konuşamayanlar Ak Partililer değil. Aksine parti kurmaylarıyla, kendi danışmanlarıyla sık sık konuştuğunu, görüş alış verişi yaptığını biliyorum.
Başbakan Erdoğan’la konuşamayanlar, ona ulaşamayanlar Ak Partili olmayanlar. Ulaşamayıp konuşamayınca ikna da edemiyorsunuz. Oysa herkes biliyor ki, Türkiye’de iğneden ipliğe, en büyüğünden en küçüğüne her türlü değişim için önce Başbakan Erdoğan’ın iknası şart.
Bakın en son ve basit örnek eğitime başlama yaşı. ‘Yahu bu pedagoji iyi kötü bir bilim, çocuklar için neyin daha iyi ve doğru olduğunu pedagoglar, bilim insanları söylesin, Milli Eğitim Bakanlığı uzman bir bakanlık bırakın onlar söylesin’ demiyor başbakan, ‘Çocuğunu okula göndermek istemediği için rapor alacak aileler kendi çocuklarına gerizekalı demiş olacak’ diyerek saldırıyor. Oysa bir ara formül olarak rapor getirme imkanını Milli Eğitim Bakanlığı yarattı daha kısa zaman önce. Yani kendi bakanlığının uygulamasını bile beğenmiyor aslında Başbakan.
Aynı durum Kürt sorunu için de geçerli. ‘Artık böyle bir sorun yok’ diyor ve ekliyor: ‘Açılım diye bir şey yok.’
Madem sorun yok, neden ayrılıkçı terör marjinalize edilemiyor, hala kitlesel kalmaya devam ediyor. Madem sorun yok, neden BDP 2.5 milyondan fazla oy alıyor? Diyelim ki BDP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldırıp onları hapse attınız, oy veren vatandaşı ne yapacaksınız?
Ama bunları söylemenin de bir anlamı yok artık. Çünkü Başbakan kendini her türlü dış telkine kapatmış durumda. Medyanın veya parlamentodaki görüşmelerin falan fazla bir önemi kalmamış durumda.
Ve işin tuhafı, Türk halkıyla iletişimini kamuoyu araştırmalarıyla yapıyor başbakan. PKK yol kesiyor, bir muhalefet milletvekilini bir süre alıkoyuyor, başbakan bunu araştırmayla halka soruyor: ‘Sizce görüşmeye mi gitti, kaçırıldı mı?’
Bu manipilatif sorunun cevabı Başbakan için tatmin edici herhalde ki, bunu TV’de söylüyor.
Yüzde 50 oy, hiç kuşkusuz çok kuvvetli bir yasama ve yönetme meşruiyeti verir partiye. Bunu küçümsemek, yok saymak, önemsizleştirmek söz konusu olamaz. Ama öte yandan, yönetme sorumluluğu, sadece yüzde 50’yi varsaymanızın ötesindedir. Bunun böyle olduğunu bizzat Başbakan da her seçim ertesi yaptığı balkon konuşmalarında zaten söylüyor.
O zaman, toplumun size oy vermeyen kesimleriyle de bir iletişime açık olmalısınız. Bu iletişim her zaman, ‘Bizim şöyle bir derdimiz var, onu çözer misiniz’ cümlesindeki gibi gerçekleşmeyebilir. Bazen size oy vermeyen kesimler görüşlerini sizin uygulamalarınızı eleştirerek, hatta onlara düşmanca saldırarak dile getirebilirler. Hatta çoğu zaman bu ikinci biçimde gerçekleşir Başbakanların diğer kesimlerle iletişimi.
‘Bunlar düşmanca davranışlar’ deyip o tarafa bakmayı kestiğinizde, halkın geri kalanıyla da ilişkinizi, iletişiminizi kesmiş olursunuz. Kutuplaşmadan şikayet ederken kutuplaştırıcı olursunuz.
Muhalefetin de iletişim sorunları var
BAŞLIKTAKİ cümleyi belki yazmaya bile gerek yoktu. Çünkü bugünkü muhalefetimiz iktidardan düştüğü için muhalefet olmadı; neredeyse hep muhalefetti.
Ve neredeyse hep muhalefet olmasının arkasında da, Türk seçmeniyle arasındaki iletişim sorunları yatıyor.
Kendini anlatamadığı, ikna edemediği ve daha önemlisi geniş halk kesimlerinin taleplerinin siyasetteki taşıyıcısı olamadığı için muhalefet hala muhalefet.
O geniş halk kesimleriyle bir iletişimi olsa, onları dinlese ve ikna olabilse, belki muhalefetlikten iktidarlığa tırmanabilecek.
Yandaş ile Candaş arasında sıkışmak
ÜLKE siyasetinin yaşadığı bu derin iletişim probleminin dışa vurduğu alanların başında medya geliyor. Bir yanda ‘Yandaş’ diye adlandırılan medya, diğer yanda da ‘Candaş’ diye adlandırılanlar.
Bu iki gruba da dahil olmamaya çalışanlar, hem gazete ve diğer haber organları hem de bireysel olarak gazeteciler, en ağır tehdit altındaki varlıklar. Çünkü ülke siyaseti onlara bir tarafı seçmelerini ve o tarafın militanı olmalarını emrediyor.
Ben, 34 yılı bulan meslek hayatımın hiçbir döneminde gazetecilerin bu hızla militanlaştığına tanık olmadım. Gazeteleri açın göreceksiniz, hergün birden fazla köşede şu veya bu dava için sokağa çıkılması, eylem yapılması isteniyor; bazı görüşler sanki hiç karşıt fikir yokmuş gibi yegane doğru olarak savunuluyor; çoğu zaman kendi sahip oldukları görüşlerin temellendirilmesi için bir çaba bile sarf edilmiyor.
Gazeteci gerçeğin tekelini elinde tuttuğuna inanmaya ve bunu yazmaya başladığı andan itibaren benim için gazeteci sıfatını kaybeder. Şüphe duymamak ve militanlık yapmak, gazetecilikle bağdaşmaz. Militan, gazeteci olmaz, adı üstünde militan olur.
Yandaş ile Candaş arasında sıkışıldığında olan gerçeklere oluyor; çünkü bu noktada gerçek ortadan kalkıyor, militanca savunulan görüşler hakim görüş gibi gazetede TV’de konuşuluyor.
‘Halkın haber alma hakkı, bilgi edinme hakkı’ esas bu yolla iğdiş ediliyor
|