Türkiye gündeminde AB’ye üyelik sürecinin büyük bir yer tutmadığına kuşku yok. Bir yandan içeride adeta bir iç savaş yaşanırken öte yandan sınırdaş ülkelerin altı üstüne gelmişken, AB üyeliğiyle ilgili atılacak adımların fazla önemi yokmuş gibi görülebilir. Üstelik ortada hem Türkiye’yi üye yapmaya hevesli olmayan hem de ekonomik krizle boğuşmayı öncelikli kılan bir AB görüntüsü varken, Türkiye’nin üye olmaya aday bir ülke olduğunun unutulması mümkün.
Bununla birlikte, Türkiye’nin AB yolunu terk ettiğine yönelik çıkarımlar yapılması da anlamlı değil. AB’nin içine düştüğü krize bakarak Türkiye’nin ne kadar iyi durumda olduğunu ileri sürmek ve aslında AB’ye ihtiyaç duyulmadığını söylemek, tamamen iç siyasal dengelerini hesaplayanların iddiaları. Zira Türkiye’deki iktidar, sivil toplum ve iş çevreleri biliyor ki, AB’nin üyelik için ileri sürdüğü standartlar, o ülkedeki vatandaşların yaşam kalitelerini yukarı çıkaran standartlar. Kriz içinde olduğunu söylediğimiz AB ülkelerindeki yaşam standartları Türkiye’nin çok üzerinde ve kriz esasen bu düzeyin altına inme tehlikesiyle ilgili. Dolayısıyla, Türkiye’deki koşullarla AB üyesi ülkelerin koşulları eşitmiş gibi bir karşılaştırma yapmak, yanıltıcı sonuçlar ortaya koyar.
Anayasa sorunsalı
Türkiye açısından baktığımızda, neden bir dizi uyum yasasının meclisten geçmediğini sormamız gerekir. AB üyelik süreci çerçevesinde atılması gereken adımlar var ve bunlar önce mevzuatta halledilecek, sonra yaşamımıza girecek. Ancak sorun açık, mevzuatta yapılacak her değişiklik gelip anayasaya dayanıyor. Meclisteki tüm partiler AB üyelik standartlarına gönülden inanmış olsalar, sorun çıkmayabilir. Ancak yapılacak her yapısal reform karşısında Anayasa Mahkemesi’ne gitmeye hazır bir ekip bulunuyor.
Anayasa Mahkemesi, çıkarılacak kanunların anayasaya uygunluğunu denetliyor, ama sorun zaten anayasada. 1982 Anayasası her türlü reformu kilitleyebilecek özelliklere sahip, elverdiği ölçüdeki reformlar da zaten yapıldı. Dolayısıyla AB konusunda atılacak her adım, bundan böyle gelip anayasaya dayanıyor.
Bu durumda mantık, anayasanın değişmesi gerektiğini söylüyor. Bu noktada sorun büyük; yeni anayasa demek yeni bir Türkiye demek olacak. Her kesimin yeni Türkiye’den kast ettiği farklı. Bazıları, yeni Türkiye’nin ‘tam bağımsızlığı’ndan söz ederek eski vesayetçi rejimi istiyor; bazıları hazır yeni anayasa yapılıyor Kıbrıs misali iki toplumlu federe modele geçelim diyor, kimileri de Türk-Sünni İslam anlayışının merkezde tutulduğunun belli olduğu bir anayasa istiyor. Hal böyle olunca da, bireylerin, insanların, kişilerin bebelerin, öğrencilerin, ev kadınlarının, bekçilerin, banka memurlarının, manavların, et üreticilerinin ve başka bir dizi kesimin hakları gayet rahatlıkla gözardı edilebiliyor. Yani konu vatansa, vatandaş ayrıntı haline gelebiliyor.
Hükümetin attığı adımların bir kısmı, esasen tam da AB üyelik standartlarıyla ilgili. Ancak ana muhalefetten aldığı tepkiler atılan bu adımların uluslararası standartlarla ölçülmesini değil yerel dinamiklerle ölçülmesini teşvik ediyor. Basit örnek; AB’de dini eğitim veren üniversiteler var, bizde yok. Olsa, Ruhban okulu konusu da aşılacak. Ama bu yönde atılan adımlar, ‘İranlaşma’ olarak takdim edilirse, hükümetin de işi zora girer.
Sorun açık. Üzüm yemek mi istiyoruz, bağcıyı mı kovma derdindeyiz. Toplum yeni özgürleştirici, yaşam kalitesini yükseltici standartları talep ediyor. Adana’daki çiftçi, Almanya’daki çiftçiden ne eksiği olduğunu soruyor.
Bu, Türkiye’yi imar etme yeteneği olmayanların yetenek sahibi olanları sabote etme eylemleriyle halkın ilgilenmediğini ima eden bir durum. Yani fazla takılmaya gerek yok, toplum reformları istiyor; ister bunların AB standardı olduğunu bilsinler, ister bilmesinler. Sorun ‘büyük siyaset’ yapma hevesinde olduğu halde elin taşın altına koymaktan imtina edenlerde.
|