HEPİMİZ aynı okul kitaplarının endoktrinasyonundan geçtik. Buna Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da dahil, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da, siz de, ben de...
Okulda bize Osmanlı’nın son dönemi ve Kurtuluş Savaşı anlatılırken, Batılı emperyalist güçlerin ülkemiz üzerindeki emelleri, nasıl baskı yaptıkları, Duyunu Umumiyeler, Tanzimat Fermanı için yapılan baskılar vs hepsi öğretildi, ‘Bir başka ülkenin içişlerine karışmak, ona baskı yapmak, onu parçalamak yanlıştır’ anlayışı (Batı düşmanı olmak, ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur’ vs ile birlikte) kafalarımıza kazındı. (AB reformları dönemini hatırlayın...)
Oysa şu anda ülkemiz, devletimiz, hükümetimiz, tam da bize okul kitaplarında kötü şeyler olarak adlandırılanların aynısını Suriye’ye yapıyor. Biz yapıyoruz.
Önce dedik ki Suriye’ye, rejimini demokratikleştir, insan haklarına dikkat et, muhalefete izin ver, hukuk reformu yap, yerel yönetimler oluştur, serbest seçimlere izin ver...
Onlar bunu yapmadı, bizi oyaladı.
Sonra dedik ki, ‘Bak zamanın tükeniyor, hadi yap artık.’
Onlar yine bizi oyaladı.
Derken onlar sokağa çıkan muhalefeti silahla bastırmaya kalkıştı. Başlangıçta yine dedik ki, ‘Böyle yapma, muhalefetin silahsız, barışçıl gösteriler yapıyor, sen sokağa çıkanların üzerine ateş etme.’
Dinlemediler. Bunun üzerine çok kızdık, ‘Sen beni dinlemiyorsam benim de senle işim bitti’ dedik ve muhalefeti desteklemeye başladık.
Ülkede olaylar iç savaş boyutuna ulaşınca muhalif askeri grupları da destekledik, onların yaralılarını aldık tedavi ettik, onlara silah vs verdiğimiz öne sürüldü, ama en azından muhalif silahlı grupların koordinasyonuna yardım ettik.
Yani, 150-200 yıl önce Osmanlı’da ne olduysa, Batılı güçler ne yaptıysa aynısını Suriye’de yaptık, yapıyoruz. Bulgarlar ayrılırken, Yunanlılar ayrılırken olanlara benziyor Suriye’de yaşananlar.
İşte bu durum kafamızı fena halde karıştırıyor. ‘Ne yapıyoruz biz Suriye’de?’ deniyor, ‘Ne işimiz var orada?’
Geçen gün yazmaya çalıştım, Türkiye’nin orta ve uzun vadeli çıkarları, Irak’ta ve Suriye’de yaşananlara sırtını dönme lüksünü kaldırmıyor. Oralara bakmak, oralarda olmak, Türkiye’nin çıkarını savunmak zorundayız.
En genel anlamda Türkiye’nin çıkarı, o bölgenin savaştan arındırılmasında, ülkelerin normalleşmesinde ve ticaretin kolayca yapılabilir olmasında yatıyor.
Düne kadar Türkiye bu çıkarını savunmak için Arap-İsrail barışını savunuyor, İsrail ile Suriye arasında arabuluculuk yapıyor, Suriye’yi İran’dan koparmaya çalışıyordu. Bugün de durum farklı değil. Suriye İran etkisinden çıkarsa, İsrail’le daha kolay yan yana gelebilir.
Ama bu dediklerim, Türkiye’nin Suriye konusunda bize tam da ders kitaplarında öğretilen türden ‘emperyalist’ politikalar güttüğü gerçeğini değiştirmiyor.
Bu noktada soralım: Okul kitaplarımız mı doğruyu söylüyordu, bugünün dünyasının gerçekleri mi? Bir takım yüce ilke ve idealler ile halkınızın refahı arasında çelişki doğduğunda hangisinin peşinden gitmelisiniz?
Görelilikler ve dolayısıyla çifte standartlar dünyasına hoşgeldiniz.
Başından beri rakip İran’dı, Irak ve Suriye bahanesi
BÖLGEMİZİN bazıları çok eski bazıları ise çok yeni gerçekleri var. Bu gerçeklerin başlıcası, İran’ın başat bir güç olarak ortaya çıkması ve Ortadoğu’da yeni bir çeşit soğuk savaşın giderek hızlanması.
Meseleye Sünni-Şii çekişmesi diye bakılabilir belki ama bu bizi sığ bir yere götürür. Çünkü esasen çoğunluk olan Sünni’lerin gözünde bir ‘Şii sorunu’ yoktur. Sorun, tanımı gereği ve doğal olarak azınlıktaki Şiilerin gözünde bir ‘Sünni sorunu’dur.
Ama her etki tepkisini de doğurur. Artık Sünniler de Şiilere karşı düne kadar sahip olduklarının farkında olmadıkları ‘Sünni bilinciyle’ hareket ediyor.
Bu bölgedeki yeni çeşit soğuk savaşın bir mihveri İran. Bu taa 1979’dan beri böyle. Bugün İran, beklenmedik biçimde çok güç kazandı, çünkü Amerika Irak’ı bu ülkeye hediye etti.
Böyle olunca da bölge hareketlendi. Türkiye kendini bir anda ‘Sünni cephe’de buluverdi. Türkiye’nin bu cephede yer alması kendi Sünniliğinden değil, İran’la girdiği çıkar rekabetinden kaynaklanıyor. Bunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.
Türkiye, sadece İran’la değil, Rusya başta olmak üzere pek çok ülkeyle rekabet ilişkisi içinde ama başka hiçbir rekabetinin silahlı boyutu yok. İran, gerektiğinde PKK aracılığıyla gerektiğinde başka aracılarla işi silahlı boyuta taşıyor.
Suriye’yi İsrail’le görüşmeye ikna ederken de rakibimiz İran’dı. Yani, ‘Bir de başımıza İran çıktı’ demenin çok anlamı yok, İran hep vardı, rekabet hep vardı.
İslamcı enternasyonalizmden bugün gelinen yere yolculuk
TÜRKİYE’yi ve Türk dış politikasını yönetenlerin zihin dünyasıyla Türkiye’nin izlediği siyasetler arasında hiçbir ilişki bulunmadığını öne sürüyor değilim, salı günkü yazım öyle bir algıya sebep olmuş.
Gerek Ahmet Davutoğlu ve gerekse Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, siyasal islamcı bir geçmişten geliyorlar. Siyasal islam, mezhepler ve tarikatler üstü bir şey, doğal biçimde bir çeşit İslam enternasyonalizmi içerir.
Başlangıçta İran’a karşı yaklaşımda bu enternasyonalizmin izleri çok rahat görülüyordu. Bugün ise bu enternasyonalizm bir gençlik romantizmi seviyesine inmiş durumda.
Kişilerin enternasyonalist rüyalarının bozulmasından milliyetçiliğe geçişleri belki başka derin analizlerin konusu olabilir ama bu yazı sınırları içinde söylenecek şey belli: Gündelik hayatın gerçekleri hepimizi bulunduğumuzu sandığımız yerlerden alıp başka yerlere götürdü.
Bunu bir ‘travma’ olarak yaşayanlarımız olduğu gibi kendi içinde ‘doğal bir değişim’ olarak yaşayanlarımız da oldu.
Başbakan Erdoğan veya Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun islamcı enternasyonalizmden milliyetçiliğe geçişleri bir ‘travma’yla olmuş gibi gelmiyor bana.
|