Diyarbakır Valisi’nin, İçişleri Bakanı’nın, Başbakan’ın, hülasa Hükümetin tutumu, üç yıldan beri meydana gelen gelişmeler ve en son 14 Temmuz olayları şunu gösteriyor:
BDP’nin tüzel kişiliğinin garantisi ve onun seçilmiş vekillerinin can güvenliği yoktur. Her büyük eylemde bir kadın vekilin yaralanması rastlantı değildir; Sevahir Bayındır ve Ayla Ata Akat’tan sonra Pervin Buldan silahlı saldırıya uğramıştır. Bunlar “suikast”tir.
Kürt yasal hareketi hükümetin tehdidi altındadır.
Artık anlaşılmıştır ki, AKP hükümeti ve onun tarafından oluşturulan “polis devleti”nin güçleri, yerel seçimlerden önce BDP’yi çalışamaz hale getirmek ve genel seçimler öncesinde de kapatarak seçim dışı bırakmak için harekete geçmiştir. TBMM’nin 550’de 36’sını “iskata veya vazifesini yapmaktan men’e cebren teşebbüs” halindedir.
14 Temmuz mitingine karşı girişilen barbarca saldırı ve İçişleri Bakanı’yla, Başbakan’ın bu barbarca saldırıyı açık bir şekilde savunması hükümetin niyetini artık gizlenemez şekilde gözler önüne sermiştir.
Artık Türkiye’nin önündeki sorun, ne “ellerin tetikten çekilmesi”dir, ne “ateşkes”tir, ne “çift taraflı, tek taraflı, çok taraflı, tarafsız, her ne ise silahları susturmak”tır. Buna AKP yanaşmıyor.
Acil olan, yasal, parlamenter, barışçı bir partiyi, BDP’yi, onun üyelerini, yöneticilerini, BDP’li belediye başkan ve meclis üyelerini ve TBMM’de partiyi temsil eden milletvekillerini AKP’nin saldırısından korumaktır.
AKP’nin elindeki TBMM, Kürtlerin çoğunlukta olduğu şehirlerin tümünde, “millet adına egemenliği” kullanma durumundan çıkmış bulunuyor. TBMM çoğunluğu, Kürdistan’da meşruiyetini kaybetmiştir. Halk oyuna dayanmamaktadır. Devletin silahlı gücüne, ordusuna, polisine, yargısına ve hapishanelerine dayanarak egemenlik sürdürmektedir. Bu azınlık çoğunluk üzerinde zorba bir egemenlik kurmuştur.
Durum budur. Kürtlerin çoğunlukta olduğu illerde bugün yapılacak olan bir referandum, halkın bu “azınlık egemenliğini” kabul etmediğini yüzde doksanların üzerinde bir oyla ortaya koyacaktır.
Devletin başındakiler, devlet Başkanı, Başbakan, bakanlar ve AKP’li “vekiller”, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu şehirlere ancak binlerce asker, polis, keskin nişancı, ağır silahlarla donatılmış yüzlerce zırhlı araç, gökyüzünde dolaşan helikopterler eşliğinde girebilmektedir. Herkes görüyor; İçişleri Bakanı Hakkari’ye, elini kolunu sallaya sallaya giremez. Zorla girer.
Devletin “zorla” girdiği “yer”, artık o devletin “doğal, organik” parçası olmaktan çıkmış demektir.
Ve AKP bu gerçeği görüyor. Artık halk çoğunluğunu kazanma umudu kalmadı. Bırakalım çoğunluğu kazanma umudunu, Kürdistan’ı kaybetme durumuyla yüz yüze gelindi. Şimdiki zorbalığın altında yatan bu korkudur. Tıpkı egemenliğini kaybetmekle yüzyüze gelen Esad nasıl bir “ölüm kalım” savaşı veriyorsa, Erdoğan da Kürdistan’da böyle bir savaş vermekte...
Böyle “düşmanlaşma” olunca, düşman sayılan halkın temsilcilerini de, kendi egemenliğindeki TBMM’de “düşman” bir güç olarak görmesinden daha doğal bir şey olur mu? Öyle görmektedir. Ve adım adım, bu “düşman” temsilcilerini “kendi Meclisinden” atma yolunda yürümektedir. Kürt sorununda parlamenter, yasal, barışçı, sivil çözüm yolu, artık kapanmak üzeredir.
O nedenle, bugün Türk kamuoyunun dikkatini bu tehlikeye çevirmek temel görevdir.
Şu sıralarda, aralarında Kürt halkıyla dayanışma içinde olan isimleri de kapsayan bir imza kampanyasıyla “Ramazan” ayında “ateşkes” ilan edilmesi talep ediliyor. Mutlak bir şekilde “müzakere” sürecinin başlatılmasıyla bağlanmadıkça, bu müzakere sürecine PKK önderi Öcalan’ın katılmasının koşulları sağlanmadıkça, BDP’nin varlığı güvenceye alınmadıkça, defalarca denenmiş ve hiçbir sonuç vermemiş bu yöntemin, bu defa bir sonuç vermesi mümkün mü?
Bu kampanyaya imzasıyla katılan Cengiz Çandar, bu nedenle şöyle yazdı:
“‘Ateşkes’ çağrısına imza vererek katılıyorum ama bu köşeden ilan ediyorum: Diyarbakır’da halka ve meşru temsilcilerine karşı yürütülen saldırının sorumlularının ortaya çıkarılması ve cezalandırılması şartıyla ‘ateşkes çağrısı’na evet!
Başbakan’ın elindeki iktidar gücü, arkasındaki seçmen desteği ve taşıdığı sıfattan ötürü ‘Kürt sorununu çözebileceğini’ ve onu bu yolda ‘teşvik etmeyi’ savunmak başka şey, ona kayıtsız şartsız destek vermek başka şey. ‘Ramazan ateşkesi’ çağrısında bulunan herkesin, Diyarbakır’ın hakkına hukukuna sahip çıkması ve iktidara ve mülki idareye “Kürtlere şiddete son” çağrısında bulunması elzemdir. Dağda “ateşkes”, Amed’de “ateş”... Bu saçmalık değil mi? Kampanya, “ateşkesi” sağlamadan önce, bu saçmalığa son verebilirse amacına ulaşmış olur.
Kampanyaya katılanların niyetinden kuşku duyulamaz. Ama bu kampanyadaki “iki tarafa” seslenen yaklaşımın, artık “modası” geçmiş bir yaklaşım olduğunu eklemeliyim. AKP, “silahları bırakıp, teslim olmadıkça PKK’ye karşı savaşa devam” dediğine göre, “ateşkese” kategorik olarak karşıdır. Hepimiz bunu biliyoruz. O nedenle bu kampanyaya katılanlar, defalarca ateşkes ilan edenleri değil, asıl olarak AKP’yi ateşkese ikna etmek gibi bir görevle yüzyüzedirler.
Bu yazıyı “şerh” sayarsak, “Ramazan’da ateşkese evet” demek, AKP açısından olmayacak duaya amin demeye benzese de, bir insani ve vicdani görevin ifası sayılabilir
|