Gazeteciler, Haziran başından beri her gün, tutuklu yüz dolayında gazetecinin, gazeteci olduklarına dair, İstanbul-Çağlayan Adliyesi önünde toplanıp “tanıklık” ediyorlar.
Adliye önünde gazeteciler her gün toplanıp, “Biz şu şu adlı tutuklu arkadaşımın gazetecilik yaptığına tanığız. Şu şu haberleri onlar yapmıştır!” diye tanıklıklarını tutuklu arkadaşların yaptığı haberleri de kanıt göstererek destekliyorlar. Ve bu eylem, 28 Hazirana kadar da sürecek.
Hani her gün yapılan bu eylemi, demokrasi ve basın özgürlüğünün az çok olduğu ülkelerden gelen birileri izlese, bunun bir eylem değil bir tiyatro gösterisi olduğunu sanır. Çünkü az çok basın özgürlüğünün olduğu bir ülkede gazeteciler, yaptıkları işten dolayı tutuklanamazlar. Ya da tutuklandıklarında gazeteci olduklarını tanıklarla ispat etmek zorunda kalmazlar.
Ama Türkiye’de basın özgürlüğünün ayaklar altına alınması sadece tutuklu gazeteciler için söz konusu değil, dışarıdaki gazetecilerin de, basın özgürlüğünün korumasında olduğu söylenemez. Tersine uzunca bir zamandan beri siyasi iktidarın hoşuna gitmeyen yazılar yazan gazeteciler bir bir gazetelerinden tasfiye ediliyorlar. Emin Çölaşan’la başlayan süreç, Ayşenur Aslan’ın CNN Türk’te yaptığı “Medya Mahallesi”nin yayından kaldırılmasına kadar geldi. Ve daha da Hürriyet’ten Yeni Şafak’a Zaman’dan Sabah’a kadar hükümetin hoşuna gitmeyen yazılar yazan gazeteciler (İçlerinde uzun zamandan beri hükümete çok yakın duran ama bir tek kez hükümeti eleştirdikleri için işlerine son verilenler de var.) tasfiye ediliyor. Ve gazeteler bugün tıpkı darbe dönemlerinde olduğu gibi, manşetlerini atarken de köşe yazarları yazılarını yazarken de aynı, “Acaba ben de tutuklanır mıyım; acaba ben de işimden edilir miyim” korkusuyla hareket ediyorlar.
Nitekim Avrupa Konseyi Türkiye Raportörü Josette Durrieu, Türkiye’de yaptığı inceleme ve görüşmelerden sonra şu sonuca vardığını açıklıyor: “Gazeteci ateşe yaklaşır, uzaklaşmaz. Ancak Türkiye’de Ergenekon nedeniyle gözlemlediğim ve kaygı duyduğum bir eğilim var. Gazeteciler hapisteki meslektaşlarına baktıkça, aynısının kendi başlarına da geleceğini düşünerek araştırmacı, sorgulayıcı gazetecilikten uzaklaşıp oto sansüre yöneliyorlar!”
Türkiye’de basın özgürlüğünün durumu, elin Avrupalısının, böyle birkaç gün gelip bir kaç görüşmeyle “Kaygı duyulacak düzeyde bir otosansür” olduğu sonucuna varabileceği kadar açık bir gerçek.
Ancak bu baskılar ve otosansür bile son Dağlıca çatışmasından sonra bir kez daha gördüğümüz manşetlerin atılmasını, haberlerin böyle hiçbir gerçek kaygısı duymadan yapılmasını, şoven, milliyetçi demeyle bile açıklanamayacak pespaye metinlerin haber metni olarak yayınlamasını, duygu, inanç ve milliyetçilik sömürüsünü açıklayamaz.
Örneğin kendi gazetesinde yayın yönetmenliğinden hükümet baskısıyla tasfiye edilmiş ama köşe yazmaya devam eden Ertuğrul Özkök’ün dünkü yazısı basının ve gazeteciliğin nereye geldiğini göstermesi bakımından ibretliktir! Özkök, Genelkurmay Başkanı Özen’in, Dağlıca’daki çatışmada yaşamını yitiren askerlerin cenazesinde ağlamasını; “Paşa zırlama savaş!” (*) diye haykıran bir militarizm ve savaş üslubuyla eleştirmesi, paşalardan daha paşa savaş çığırtkanlığına soyunması ne otosansürle ne basın üstündeki baskılarla açıklanamaz.
Evet Türkiye bir sansür otosansür ülkesidir; Türkiye’yi yönetenler belki pek az ülkede rastlanacak düzeyde basını baskı altına alan yönetmeler geliştirmişlerdir. Ama şu da bir gerçek ki Türkiye’de hep iki tür gazeteci olagelmiştir. Bunlardan birisi, gerçeğe bağlı kalmak, halkın gerçeklerden haberi olması için hayatın vermekten çekinmeyen, cezaevlerine girmeyi göze alabilen, adliyeler önünde tutuklu arkadaşlarına “tanıklık” eden gazetecilerin bağlı olduğu damardan gelenlerdir. Öteki tür gazeteciler ise iktidarların yaptıklarını bile az bulan, iktidarların amaçları için hiçbir basın ahlakı, hak, hukuk, tanımayan çıkarcılıkla el etek öpmeyi, bağnazlıkla kıvraklığı birleştiren gelenekten gelen gazetecilerdir!
İktidarlar belki baskıyla otosansürle bazı haberlerin yazılmasını, bazı gerçeklerin duyurulmasını önleyebilirler ama çatışmaların olduğu, asker cenazeleri geldiği günlerde sıkça gördüğümüz, nerdeyse bütün sermaye basının kapsayan “haberleri” yazdırıp, böyle manşetler attıramazlar. Bu haberleri yazan, bu manşetleri atan, TV haberlerindeki o iğrenç içerikli “dış ses” metinlerini yazanlar, “Bunlar gazeteci olamaz” diye öfkelendiğimiz kişiler de gazetecilerdir ne yazık ki!
Ve ne yazık ki, sınıfların olduğu bir dünyada her şey gibi gazeteciliğin de iki türü olması kaçınılmazdır. Özellikle de haberin, gerçeği ifade etmenin belirleyici olduğu günlerde bu iki gazetecilik anlayışı daha derinden ve çok daha çarpıcı bir biçimde ayrışmaktadır.
(*) Özkök elbette açıkça “Zırlama paşa, savaş!” demiyor. Yazının başlığını, “Paşam sen ağlarsan Türkiye zırlar” diye atmış ama içerikten anlıyoruz ki, Özkök, paşaya “zırlama” diyemediği için vatandaşa diyor
|