Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda belirtilen temel niteliklerden biri “insan haklarına saygılı” olmak.
Evrensel Beyanname’de, Anayasamızın anlayışına ışık tutan bazı hükümlere göz atalım:
Herkes, ırk, renk, cins, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir akide, milli veya içtimai menşe, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin iş bu beyannamede ilan olunan tekmil haklardan ve bütün hürriyetlerden istifade edebilir.
Yaşamak, hürriyet ve kişi emniyeti her ferdin hakkıdır.
Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayri insani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz.
Kanun önünde herkes eşittir ve farksız olarak kanunun eşit korunmasından istifade hakkını haizdir.
Ama buna rağmen uygulamadaki aksaklıklar, insan hakları ihlalleri sürüyor.
Örneğin; kayıp kişilerle ilgili iddiaların daha etkin ve hızlı bir biçimde izlenmesi ve yargılamaların çabuklaştırılması amaçlı kararlar alınıyor, ama kayıplar azalmıyor, faili meçhullerin sayısı düşmüyor...
Davalar da 4 yıl sürebiliyor. İnsanlar hapiste sonuç bekliyor.
Bu ne biçim “insan haklarına saygı değil mi?”
* * *
Nezarethanede adam intihar edebiliyor.
Meydanlarda işçiler, öğretmenler dövülüyor, coplanıyor.
2824 öğrenci cezaevinde. Bunu Bakanlık açıkladı.
İfadesi alınmak üzere emniyete götürülenlere neden kelepçe takılıyor?
Adam daha sonra serbest bırakılacaksa o kelepçeli hali onun için haysiyet kırıcı olmayacak mı?
Emniyete veya adliyeye götürülenlerden kaçma ihtimali hiç olmayanların, hatta kadınların bile iki koluna birkaç görevlinin girip adeta sürüklercesine taşıması haysiyet kırıcı sayılmaz mı?
* * *
Bu arada biz eleştirimizi yaparken yurtdışında, başka ülkelerde yaşayan, çalışan vatandaşlarımıza yapılan kötü muameleleri genellikle unutuyoruz.
Mesela sünnet yasaklanmak isteniyor.
İnsan hakları ihlalleri sınıfına giren, ırkçılık kokan muamelelere karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türkiye’de kurulu insan hakları dernek ve kuruluşlarının daha duyarlı ve etkin olması gerekmiyor mu? İnsan hakları bir bütündür, küçüğü büyüğü, yurtiçinde olanı, yurtdışında olanı diye bir ayırım olamaz...
Bu yolda atılması gerekli adımları ihmal, Türkiye’yi ihmaldir.
LOZAN VE MİSAK-I MİLLİ
Bugünlerde akla gelmesi gereken “Lozan” değil miydi?
Güney sınırımızda, Kuzey Irak’ta Lozan ihlal edilmek üzere.
Bağımsız bir Kürt devletinin temeli atılıyor. Suriye’de yoğun bir Kürt nüfus var. Onlar da şimdilik bağımsızlık peşinde, sonra Büyük Kürdistan’ın içinde.
Lozan ihmal edilecekse, daha doğrusu ihlal edilecekse Türkiye de bu konuda kendisini serbest addedebilir. O zaman da Misak-ı Milli gündeme gelmez mi?
Bu derece önemli bir siyasal deprem bölgesinde yer almak Türkiye’nin şansı mı, şanssızlığı mı tarihçiler karar verecek.
İSTİKRAR
Kurulan ve kurulacak fesat çemberlerini etkisiz hale getirebilmenin öncelikli şartı Türkiye’nin evinin içine çeki düzen vermesi, istikrarı sağlamasıdır.
İnkâr edilemez güç olan 75 milyonluk, kalkınmış, demokrat bir Türkiye, bölgesindeki istikrarın da güvencesidir, güvencesi olmalıdır.
Türkiye bunun için her şeye rağmen diyalogu elden bırakmamalı, güven ortamı yaratmalı, gerginlikleri azaltıcı çabalarını sürdürmelidir. Bugün birçok cephede birden mücadele etmek zorunda kalan Türkiye, düşmanlıkları uzun vadede de olsa dostluğa çevirmeye mecburdur. Komşularımız Türkiye’yi denge unsuru olarak görmek istiyorlarsa etrafında fesat çemberleri kurmaktan vazgeçmesini de bilmelidir.
BEKLENTİ
İşte İstanbul bu
İstanbul’u düşünmek görevimiz. Çünkü biz hem bu şehirde doğduk, büyüdük, yaşıyoruz, hem de bu şehri seviyoruz.
Birçok şeyi bugün söylemiyoruz. Çok önce ortaya atmış ve daha sonraları çeşitli tarihlerde aynı görüşü savunmuşuz.
5 Ağustos 1998’de bu köşede bu konu var. Üstelik İstanbul Belediye Başkanı olmak isteyenlerden beklenenler de sıralanmış. Hatırlayalım. Çünkü bu konuların çoğunun gerçekleşmesini İstanbul halkı hâlâ bekliyor.
* * *
“İstanbul Belediye Başkanlığı’na talibim” diyenin bu şehrin güzelliğine güzellikler katacağının da teminatını vermesi, vaatlerini sıralaması beklenir.
Örneğin:
Üsküdar’dan Beykoz’a sahil yolu yapacağım.
Tophane’de sahildeki depo ve antrepoları yıkacağım. Dolmabahçe Sarayı’nın tarihi değeri olmayan cadde üstündeki duvarını kaldıracağım.
Tophane’den Ortaköy’e sahil yolu inşa edeceğim. Konut inşaatının, çeşitli uydu kentlerde yoğunlaşmasını sağlayacağım. Altyapı yolu yapmayana inşaat ruhsatı vermeyeceğim.
Tüm sanayi birimlerini şehirden çıkartacağım.
İşyerleri, eğlence yerleri ve konut alanlarını kati olarak ayıracağım. Otopark sorununu çözeceğim. Gecekondu yapmayı, işportacılığı İstanbul’da kimse düşünemeyecek bile...
Mevcut gecekonduların yerine blok apartmanlar yapacağım
Sıvasız, boyasız, çatısız bina bırakmayacağım.
Ana caddelerde birbirine benzemez binalar görmeyeceksiniz. Kaldırımlar temiz, çiçekli ve yürünebilir olacak.
Toplu taşıma sorun olmaktan çıkacak. Şehirde trafiğe kapalı merkezler olacak.
Deniz ve karayolu ulaşımında işbirliği sağlanacak.
Pis otobüslere, trenlere, toplu taşıma araçlarına artık rastlanmayacak.Tarihi eserler pırıl pırıl olacak ve tümü geceleri aydınlatılacak...
İşte biz İstanbul’da yaşayanlar böyle bir kent istiyoruz ve bekliyoruz.
MÜEYYİDE
Bir daha seçilmemek
Demokrasinin de zaafları var.
Kendilerini halka sihirbaz gibi takdim edip oy alanlar, ülkeyi batırsalar bile herhangi bir müeyyide ile karşılaşmıyorlar. Olsa olsa çantayı alıp evlerine, malikânelerine çekiliyorlar.
Ülkenin bırakın daha iyi noktalara gelmesini, daha kötü duruma düşürülmesinin müeyyidesini yalnızca bugünkü AKP iktidarı için istemek haksızlık olur.
Gelmiş geçmiş tüm iktidarlar ve seçilmiş sorumlular için söylüyorum.
Yanlış icraatın, tedbirsizliğin, dikkatsizliğin, yönetmede acemiliğin ceremesini 75 milyon çekti, çekiyor, bu gerilemeye neden olanların iktidarda kaldıkları sürece yaşadıkları şaşaa ise yanlarına kâr kalıyor.
Olmaz böyle şey.
İşte bunun bir müeyyidesi olmalı.
“Kötü yöneteni bir daha seçmezsiniz” demek yeter mi?.. Ülkenin yılları heba olup gittikten sonra o kadroyu yeniden seçmişsiniz, seçmemişsiniz, ziyan olan günler geri gelir mi?..
Demokrasiden daha iyisi henüz bulunmadı, ama onun eksiklikleri de herhalde giderilmeyi bekliyor.
|