Ne garip çelişkidir, bir yandan “türban Cumhuriyet’e, laikliğe karşı simge değildir” diyenler arasında 19 Mayıs gösterilerinde bazı “türbanlı genç kızlar”ın da yer almasını bile tartışma konusu yapanlar, hatta o kızlara hakaret edenler çıkıyor. Örneğin Yeni Şafak yazarı Salih Tuna yazısında “Türban karşıtları salak salak ‘laiklik, Cumhuriyet karşıtı simge’ demeye devam etmişlerdi” benzeri cümlelerden sonra törene katılan türbanlı kızlar için de “gösteri toplumunun şebeği türbanlılar” şeklinde bir hakareti uygun görmüş. Bırakın her şeyi bir yana, hani türban “özgürlük adına, kadınların istedikleri gibi giyinmesi adına” savunulmaktaydı, türban özgürlüğüne sahip kadınların “19 Mayıs gösterisine türbanlarıyla katılma özgürlükleri” neden bu kadar öfke doğuruyor acaba?
Bu “özgürlük” dediğiniz şey sadece bir konuda, o konuyu diline dolayanlar tarafından savunulacak da bir başka konuda buharlaşacak mı? İşte “demokrasi”yi gerçekten özümsememişseniz gelinecek nokta budur.
MESELE TÜRBAN DEĞİL, DİNİ KIYAFETLERİN HEPSİ!
Ve işte “laik bir devlet”te “bir dinin, bir mezhebinin simge”sinin devlet alanlarında kullanılarak (ki laiklikte yalnızca türban değil, tüm dinlere ait kıyafet ve ibadetler söz konusudur) devletin “bir dine ve mezhebe taraf” görüntüsü verecek olmasına, kısa sürede “siyasi simge haline getirilmesine” itiraz edenler, aslında aynı zamanda “kadınlar” üzerinden din-ibadet konulu siyasi baskıların başlatılmasına da itiraz etmekteydiler.
Ki laik devlette “devlet alanları” için söz konusu olanın yalnızca türban değil, “tüm dinlere ait kıyafet ve ibadetler” olduğunu da artık bilmeyen kalmamıştır sanıyorum, sadece “bilmiyor gibi yaparak halkta rejime karşı tepki yaratmak ve bunu da “bir parti yapıyormuşçasına” devamlı o partiye fatura etmek isteyenler dışında! Devam edelim, itiraz edenler vardı çünkü dünyadaki tüm teokratik baskı rejimlerinde “Şeriat yönetimine geçiş”in kadınların giyimi, önce türban, oradan çarşaf, o da yetmeyip hepsi tek tip kara çarşaf olarak ilerlediği bilinmeyen bir yöntem değildi.
Tabii sonunda meselenin kadınlar için sadece kıyafetle kalmayıp, yanında erkek olmadan bir yerde oturamamak, alışveriş ya da seyahat edememek, hatta evden çıkamamak, “tesettürlü olmayan” kadınların önce mahalle baskılarıyla sonra alenen “din dışı” ilan edilmesi, Afganistan’da veya Pakistan ’da olduğu gibi “kadınların doktor olamaması, erkek doktora gitmeleri de yasak olduğu için ciddi hastalıklarda çaresiz kalmaları” noktasına varması da var “endişe, tepki” tartışmasının içinde.. Bu örnekler 21’inci yüzyılda da hala izleniyor ve en azından “kadın vatandaşların” böyle bir endişe taşımasına da kimse bir şey diyemez.
ÇEŞİTLİLİK Mİ?
Mesela şimdi “cüppe ve sarık da çeşitliliktir” diyen herkesten daha demokrat (!) arkadaşların hemen “cüppe ve sarıklı kişilerin çoğunlukta olduğu ve kadınlarla ilgili kuralları, yaşam tarzını da onların belirlediği semtleri” bir gezmeleri lazım. Bu semtler her ilde mevcuttur, bir gezsinler bakalım oralarda nasıl bir çeşitlilik hüküm sürüyor, bir kadının tesettürsüz dolaşması, yalnız başına sinemaya filan gitmesi, yolda durup bir erkekle konuşması ya da “el sıkması” mümkün mü?
Devamlı bir beyin yıkama var ve artık her söylenen sineye çekiliyor ama birilerinin (dünyadaki örnekleri de tümüyle yok farzederek) dini “kendisinden başka kimse bilmiyor” gibi topluma baskı yapması da bıktırdı artık. “ABD’nin Ortadoğu’da, Müslüman ülkeler arasında Türkiye’ye biçtiği rolü oynatma ve bu yönde Türkiye’nin yüzünü de değiştirme” hevesinin ülkemizdeki gelişmelerdeki rolünü, bu konuyu halletmek için bize gaz verip durmalarını filan neden göz ardı etmek zorundayız mesela? Ya “big brother”ın hesapları bizi de din ve mezhep çatışmalarına sürüklerse?
Türk siyasetinde bugüne kadar (laiklik gereği olarak da) hiç yapılmayan “liderlerin mezhebinin suçmuş gibi söylenerek halkta tepki yaratmaya çalışılması, dış politikadaki normal siyasi görüşlerinin bile mezheple ilişkilendirilmesi” bunlardan bağımsız mıdır?
KUR’AN VE ATATÜRK
Daha önce aynı konu “Mustafa” filminde de söz konusu olmuş ve açıklamıştık, Salih Tuna da Atatürk’ün 1 Kasım 1937’de Meclis’in açılış konuşmasında geçen “Siyaset programımızın prensipleri gökten indirildiği sanılan kitapların dogmalarıyla bir tutulmamalıdır” sözünü “Ateistler Atatürk’ün bu konuşmasına vurgu yapıyorlardı” diyerek vermiş. Ateistlerin ne yaptığını bilemem ama dine önem veren insanlar Atatürk’ün bu konuşmasını Meclis tutanaklarından okuyacak olurlarsa o konuşma sırasında Atatürk’ün isteğiyle Fatiha’lar okunduğunu, Atatürk’ün cümlelerinde “İnşallah”la başlayan umutları, dinleyicilerin “İnşallah” sedalarını da göreceklerdir.
GÖKTEN İNMEDİ!
“Gökten indirildiği sanılan kitapların dogmaları” tanımına gelince.. Burada Atatürk “Şeriat devleti” yönetimi ile “kurdukları Cumhuriyet yönetimi” kuralları arasındaki farkı, devlet yönetiminde Şeriat yasalarının hakim olmayacağını vurgulamaktadır ve gerçekten de Kur’an gökten indirilmemiş, Peygamber’e “vahiy” yoluyla tebliğ edilmiştir. Hristiyan ve Yahudi dinlerinden en büyük farklarından biri de budur, o dinlerin kitapları vahiy yoluyla yazılmamıştır.
SIRA PADİŞAHLARA GELEBİLİR
Şeriatın dini kuralları ise insanlar içindir, devletler için değil.. Özellikle laik rejimlerde devletler “nötr” dür. Mesele şu ki, insanların dini, inancı, mezhebi, türbanlı kadınların 19 Mayıs’a katılması siyasi malzemeye dönüşürse bunun sonu yoktur, Kılıçdaroğlu’ndan Atatürk’e ve sonunda keyifler kimi isterse, herkese kadar uzanır.
Yakında Osmanlı padişahlarının “Hristiyan annelerden doğmasını ve içki içmelerini” tartışmaya gelirse sıra hiç şaşırmayalım!
*****
Pastanın mumları!
Gazeteci Hilal Kaplan da TV’de 19 Mayıs’la ve Atatürk’le dalga geçerken “Mustafa Kemal’in doğum günü pastası”ndan söz ederek “Mustafa Kemal gelir de mumları üfler mi bilmem” demiş. Mustafa Kemal ülkenin her yanını işgal eden, paylaşan ve “Osmanlı’nın işi bitti” sanan emperyalist devlet güçlerinin “mumlarını canı pahasına söndürmeseydi” bugün Hilal Kaplan dahil hiç kimsenin böyle özgürlüğün sınırını bile aşacak konuşmalar yapmak için TV kanalı bulması ve dahi “kendi doğum günü mumlarını üflemesi” mümkün olmazdı, hayal bile edemezlerdi.
Yoksa tümüyle hafıza kaybına mı uğradık?
*****
Genelkurmay’ın önündeki Atatürk anıtı!
Önceki gün SÖZCÜ gazetesinin manşetinde “Atam kalksana, camdan baksana” başlığıyla yer alan manşet haberi çok sayıda tepkiye yol açmış olmalı ki tepkilerin bir kısmı bana da ulaştı. Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya geldiği gün karşılandığı yerde dikilen “İlk Adım Anıtı” nın bugün Genelkurmay’ın karşısında olduğunu ama bakımsızlık ve sahipsizlik yüzünden enkaza döndüğünü anlatıyordu haber..
Gelen mesajlar dışında telefonum da durmadı dün, her arayan “bunu mutlaka siz de yazın, böyle bir vefasızlık nasıl olabilir” diyordu ama bunlardan birinin söyledikleri daha da üzücüydü.. “İçim acıdı, kalbim kanadı bu haberi okuyunca.. Açayım telefonu Genelkurmay’a ve diğer sorumlulara ‘bu anıtı tamir ettirmek kaça mal olacaksa ben üstlenmeyi teklif edeyim, utandım duyunca” diyordu.
Bilmem ki anıtın bu halde olmasından aynı üzüntüyü duymayanları da bu sözler utandıracak mı?
|