Faşist darbecilerin yargılanmaya başladığı bugünlerde 12 Eylül faşist döneminde gördüğüm rezaletin bir “mıskalını” sizinle paylaşmak istiyorum:
Yıl 1982, aylardan Aralık. Uzun süren bir soruşturmadan sonra, (İstanbul ve Diyarbakır’da toplam 105 gün işkencehanelerde kaldım) Diyarbakır Sıkıyönetim Mahkemesi’nin salonundayım. Mahkeme denilmesine bin şahit lazım. Hakim “adın nedir?” diye sordu.
“Ömer Ağın” dedim.
“...Tutuklanmasına” dedi.
Akşamüzeri, karanlık basmak üzereydi. Cezaevine doğru yola koyulduk. Yeni bir “yaşamın” başladığı hemen fark ediliyordu. Bin bir küfür ve dayakla cezaevi arabasına (kariyere) bindirildik. Diyarbakır bembeyazdı. Bir metreye yakın kar vardı yerde. Dicle Nehri buz kesmişti. Henarat suyu donmuş olmalıydı. Isı eksi on beş, yirmi derece arasında değişip duruyordu. Kilim yıkayan Kürt kızları yoktu ortalıkta. Tarihi Surlar gelinlik giymiş kızlar gibi beyaz, ama meluldü (hüzünlü). Diyarbakır, tarihinde belki ilk kez böyle bir soğuk görüyor. Ortalık dingin ve aynı zamanda kederliyd. Sanki ilk kezdir Diyarbakır’daydım. Kent bana, ben ona yabancıydım. Oysa çocukluğum, gençliğim orada geçti. Karanlık basmıştı, Diyarbakır zindanına, insafın ve merhametin yok olduğu yere gelmiştik. Diyarbakır cezaevi bizleri adeta yutarcasına içeri aldı. Bir dayak faslından geçirildik. Her birimiz bir “koğuşa” atıldık...
Bana 25. “koğuş” düştü. “Koğuş” mağaraya benziyordu. İçindekiler gölge varlıklar gibi yerlere çömelmişlerdi. Koğuş sanki bir yas eviydi. Şerif Bayram’la göz göze geldim. “Abi hoş geldin” deyince sevindim. Aylardan sonra ilk kez seviniyordum, çünkü bir dostumla, karşılaşmıştım. Koğuş yaşamını anlatıyor, cezaevi hakkında bilgi veriyordu. “Yorma kendini, her şey ortada, ortada olmayanları da karşılaştığımda öğrenirim”, dedim... Yaklaşık on beş gün geçmişti. Bir görüş günüydü. Gardiyan, “Ömer Ağın, hazırlan görüşmecin var” diye bağırdığında afallamıştım. Sevinsem mi, üzülsem mi? Karar veremiyordum. Bir yanda ailemden birini göreceğim için seviniyordum, diğer yandan onlara da yapılan zulme, haksızlığa üzülüyordum.
Görüş kabininde kardeşimi gördüğümde sevindim. Üç dakika olan görüş süresi bana sanki saatlerceymiş gibi geldi. Kardeşim:”Abi annem seni çok görmek istiyor, ille beni görüşüne götürün diyor” dedi. “Sakın getirmeyin, gelmesini istemiyorum” dedim. Evet yanlış duymadınız annemin görüşüme gelmesini istemiyordum. O koşullarda olan bir kişi annesini görmek istemez mi? Annem bir kelime bile Türkçe bilmiyordu. Diyarbakır Cezaevi’nde Kürtçe konuşmak yasaktı. Hatta kimi Türkçe sözcükler bile yasaklanmıştı. Gerekçe, “şifreli konuşmayı” engellemekti. “Mercimek” en yasaklı sözcüktü.
Bir başka görüş gününde, karşımdaki kabinde annem ve kardeşim vardı. Kadıncağızı ikna edememişler, ne de olsa ana yüreği her şeye baskın çıkmıştı. Beni görünce sevinçten tir tir titriyordu. O bana bakıyordu. Ben de ona.
***
Ortalığa sessizlik hakim... Görüş nerdeyse bitecek. Kadıncağız bir tek sözcük konuşmadan, benim konuşmalarımı duymadan çekip gidecek. O an ki duygumu ancak yaşayanlar tahmin edebilir.
Her şeyi göze alarak Kürtçe konuşmaya başladım. Onu da uyardım. Ana ben Kürtçe konuşacağım, sen konuşma, yalnız dinle dedim. Annem konuşmalarımı duyunca bendini yıkan sel gibi akmıştı. Kendisine yapılan tüm uyarıları çoktan unutmuştu. Ne gardiyan görüyordu, ne de kimseyi duyuyordu. Avaz avaz bağırarak konuşuyordu. “Babê mîn çîma xina mîn jê ate sortıre? Mîn hem serê çîyan diye, hem zi bajaran” (Babam, neden? Benim kanım seninkinden daha
mı kırmızı. Hem dağı, hem de şehri bilirim ben.) Tepesi atınca hep söylediği şarkıyı söylemeye başlamıştı:
Gula zer, ha gula zer
Istera sîbê derket der
Seri soru qunay zer
(Sarı gül, ha sarı gül
Sabah yıldızı doğdu
Başı kırmızı, kuyruğu sarı)
Bu şarkı 1925 İsyanı’nın önderlerinden olan Selê Ema Zer (Sarı Emine’nin oğlu Selim) için bestelenmiş.
Gardiyan hiç oralı olmadı. Sanki annemle Kürtçe konuşmuyormuşuz gibi davrandı. Annemi bir daha görüşüme getirmediler.
Dört buçuk yıl cezaevinde yatmış, 1986 yılında, infaz yasasında yapılan bir değişiklik nedeniyle dışarı çıkmıştım. Sorunlar bitmiyordu. Bir yandan asker “kaçağıyım,” öbür yandan ne yapacağım merak ediliyordu. Nereye gitsem arkamda polis vardı. Lice’ye annemi görmeye gittim. Dünyalar onun olmuştu Ama rahat değildi, tedirgindi... Başıma yeni bir iş geleceğinden korkuyordu. Bir an önce Lice’den ayrılmamı istiyordu. Daha fazla üzülmesini istemedim. Ayrıldım, İstanbul’a geldim. Yeniden dünyamı kurmaya çalışıyordum. Bir yoğunluktur gidiyordu. Bir yandan ekonomik sorunlar, diğer yandan politik uğraşlar süregidiyordu. Bu süre içinde Diyarbakır ve İstanbul’da annemle bir iki kez daha görüşebildim... Demokrat Dergisi’nin yaptığı panele konuşmacı olarak katıldım. Bu konuşma yüzünden hakkımda dava açıldı. “Bölücülük” yapmaktan 20 ay ceza verdiler. Gerekçeli kararda şöyle yazıyordu: “Devletin yeniden yapılanmasını isteyerek, bölücülük yapmıştır”. Yargıtay kararı onayladı. Kararın tebliğ edilmesini bekliyordum. Ne yapacağıma o zaman karar verecektim. Başıma bir iş gelmeden, annemi bir kez daha göreyim istedim. Annem İstanbul’daydı. Her gün bir yere götürüyordum. Benimle olmaktan çok mutluydu. Bir gece, misafirliğe gittiğimiz aile dostumuzdan eve dönüyorduk. Eşim, çocuğum ve annemle birlikteydik. Evimizin olduğu sitenin içine girdik, onlar arabadan inip eve doğru yürümüşlerdi. Ben de arabayı park edip eve gireceğim sırada iki kişi koluma giriverdi. “Ömer Ağın sen misin?” dediler. Her şey anlaşılmıştı.
“Benim” dedim. “Cezan var seni cezaevine götüreceğiz.” “Daha bana tebligat yapılmadı” dedim. “Onu bilmeyiz, bize verilen emir budur.” Birden dizlerimin bağı çözülmüştü. Neredeyse yere yığılıverecektim. Cezaevlerinde yatmaya alışmıştım. İşin o yanı umurumda bile değildi. Korkum annem içindi. Durumu ne olacak, bu acıyı da kaldırabilecek miydi? Türkçe anlamıyordu. Eşim ve çocuğum Kürtçe bilmiyorlardı. “Bana bir iki gün izin verin” dedim, kefil göstermeyi denedim. “Hayır” dediler... “Annem misafir, eve gireyim aileme haber vereyim” dedim, ona da “olmaz” dediler. Sayısız acılar çekmiş olan bu kadına, olayı kim, nasıl ve hangi dille anlatacaktı? Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Bir kez daha ellerim kelepçeli Gayrettepe yolundaydım. Ben, eve dönmeyince annem durumu hemen anlamış. Başlamış “Ömer’ê xe tixazım” (Ömer’imi istiyorum) diye bağırmaya ve başını o duvardan, bu duvara vurmaya.
Ne kendisini anlayan var, ne de o kimseyi anlamış. Yıllar geçti, cezamı çektim ve çıktım. Annemi gördüğümde artık farklı bir insandı. Çektiği acılar yetmezmiş gibi, bir de zihinsel yitime uğramıştı. Beni hayal meyal hatırlıyordu. Dağ gibi olan kadın, artık yoktu. Konuşmayı yeni öğrenmiş ve çevresini yeni tanımaya başlamış bir çocuk gibiydi annem!
***
O derdini anlatabilseydi, etrafı da onu anlayabilseydi acıları bu kadar artmazdı, teselli bulurdu. Yıllar geçtikçe daha da kötü oldu. Bir çocukluk yıllarındaki olayları hatırlıyordu, bir de “Gelmişler Ömer’imi götürmeye” sözünü dilinden düşürmüyordu. Annem gibi sayısız anne acı çekti, baskı gördü, haksızlığa uğradı. O dönemi yaşayan tüm annelerin çilesiydi bu. Annemin farkı, Kürt olmasıydı, Türkçe’yi bilmiyor olmasıydı. Torunlarıyla bile anlaşamadan, onları sevemeden öldü.
Annemin yaşamı, Kürt Nedir? sorusuna bir cevaptır.
İsyanlar, Özgürlükler, Vadiler, Özlemler, Duygular...
“Kürt nedir” sorusuna bir cevap da bu değil mi?
|