Yaşım altmışı geçti, yüreğimden silinmeyen acılarla ne kadar yaşarım bilmem ama dualarım, torunlarımın, kendilerini inkâr etmeden ve inkâr edilmeden, huzurla yaşayacağı bir ülke içindir. Her şeye rağmen sizin bu sorunu daha fazla kan ve gözyaşına yol vermeden çözeceğinize olan inancımı koruyorumHasan Cemal
h.cemal@milliyet.com.tr
Tüm Yazıları »
Yorum Yaz
0
inShare.Diğer
Bugün köşemi Hakkari’den gelen iki mektuba bırakıyorum. Biri Hakkarili Avukat Rojbin Tugan’ın mektubu, diğeri de onun annesi Semiha Tugan’ın 30 Temmuz 2012 tarihli Başbakan Erdoğan’a açık mektubu. İkisi de birer çığlık. Duymanızı ve yüreğinizde hissetmeye çalışmanızı diliyorum.
İyi pazarlar!
Adalet için yakarıyorum
Geceyi sabırsızlıkla gündüze ekleyen bir anayım. Her yeni güne Allah’a adalet ve barış için yakarmakla başlayan bir ana. Ve her gün, barışa, çözüme dair bir şey duyarım umuduyla gözünü televizyondan ayırmayan bir ana. Sinemde uyutup, ninniler fısıldadığım, “karıncaları bile incitme” diye tembihlediğim küçük oğlum, daha büyümeye mecal bulamadan, benden koparılıp götürüldüğünden beri günlerim böyle geçiyor.
40’ı bulan yaşının 22 yılını zindana, birini de dağlara veren Serhat’ın anası olarak, hislerimi, yakın zamanda anasını kaybeden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a anlatmaya karar verdim. Önce, neden engel olamadım, neden durduramadım, evladımı neden sarıp koruyamadım?
Gerilere gitmeden, son zamanlarda görülmeye başlanan ve benim de müdahil olmak istediğim 12 Eylül davasıyla başlayayım. O askeri darbe olduğunda, Serhat sekiz yaşındaydı. Babası arandığı için haftada birkaç kez onlarca polisin evimizi basıp tarumar etmesine, her defasında beni tartaklamalarına, diğer çocuklarım gibi, o da tanık oluyordu. Eziyet bazen o boyutlara varıyordu ki, çocuklarımı sakınmak için, evimizi terk ettiğimiz zamanlar oluyordu.
Ne cana kıyan, ne de eline silah alan, aslını inkâr etmediği için bir süre firar olan babası yakalanıp Diyarbakır zindanına götürülünce, en azından çocuklarım güne polis baskınlarıyla uyanmaz sanıyordum. Fakat devletin bana ve çocuklarıma reva gördüğü zulmün sonu hiç gelmedi. Onun zorba yüzü hep bir karabasan gibi ailemin üstündeydi. Mahremiyetimizi ve çocuklarımı postal izlerinden korumak ve kaçırmakla geçti analığım.
Serhat’ımı 16 yaşında aldılar
Eşim Diyarbakır cehenneminden, kâbuslarıyla, tanınmaz halde aramıza döndü ama 1988’de bir gece yarısı evimize yapılan polis baskınıyla hayatımızda yeni bir dönem başladı. Silahlı ve maskeli timler, Serhat’ı arıyorlardı. On altı yaşındaki oğlumu o gece benden koparıp Hakkâri Emniyet Sarayı denilen işkencehaneye götürünceye kadar yolda döve döve iki dişini kırdıklarını sonra öğrendim.
Evladıma ‘gitme’ diyemedim
Evladımı mahveden sorguların bitiminde Diyarbakır’a, babasının bir süre önce çıktığı, “kurtulduğu” diyemiyorum, cezaevine götürdüler. Vahşetiyle hayatımızdaki yerini muhafaza eden “5 no.’lu”da onunla ilk göz göze geldiğimde küçük oğlumu yitirdiğimi anlamıştım. Altı ay sonra, kasabın elinden kurtulan sersem bir kuzu gibi çıktı o zindandan. Her an alınıp tekrar o işkenceleri yaşama korkusuna ancak iki ay dayanabildi. Gideceğini söyleyip duruyordu. Sonunda vedalaşıp gitti. “Gitme” diyemedim on yedisine daha yeni basan evladıma.
Sayın Başbakan, sık sık Kürt analarından evlatlarının dağa çıkmasına engel olmalarını istiyorsunuz. Bu çağrıları yaparken, anneleri cesaretlendirecek, umutlandıracak adımları, ne yazık ki, görmüş değilim.
Cana kıymadı 1991 yılından beri zindanda olan evladım. Herhangi bir hukuk öğrencisi bile dosyasına bir göz atarsa, oğlumun bir isim karışıklığının mağduru olduğunu, yani bunca yıldır başkasının cezasını yattığını rahatlıkla görebilir. Önce, silahından mermi atılmamış, eylemi yok, ama bir yıl dağda kaldı diye 12 yıl verdiler. Dosya gitti Ankara’ya, “olmaz, gittiyse dağa, idamdır cezası, 12 yıl azdır buna” dediler. Serhat’ıma verilen bu ağır cezaya devletin savcısı bile razı gelmedi, mahkemeye gelsin istedi tanıklar. Ama nafile, o, adaletten mahrum DGM’de yargılanıyordu. Hâkimlerden biri yarbaydı. On binlerce ailenin hayatını karartan “savaşa taraf olduklarını” ilan eden asker yargıladı, o heyet mahkum etti, kimse de askerin hükmüne dokunmaya cesaret edemedi. Savcıyı dinlemediği gibi, “silahı ile tek kurşun atmamış” diyen laboratuar raporunu da göz önüne almadı. Ne delillere bakıldı, ne tanık dinlendi.
Karar belliydi, gerisi “teferruat”tı. Hukuk onlar için kitaplara hapsedilir, vicdan rafa kaldırılır, dosyalar mühürlenirdi. O güne dek şefkatini esirgediği 17’lik oğluma “liderlik” cezasını yakıştırdı devletin güvenlik mahkemesi. Yargıtay dedikleri yüce mahkeme, sadece mührü vurup gönderdi. Sadece, idamdan müebbet hapse çevirdiler 17’lik oğlumun cezasını.
DGM’leri en iyi siz bilirsiniz
Bir DGM mağduru olarak, DGM’lerin adaletini en iyi bilenlerdensiniz Sayın Başbakan. Çocukların okul kitaplarından bildiği bir şiiri okuduğunuz için siyasi geleceğinizi neredeyse karartan o devlet güvenlik mahkemelerinin, adaletsizliği, haksızlığı ve vicdansızlığı koruduğunu, ben de küçük oğluma reva görülenden anladım.
DGM’ler kalktı ama yarattığı mağduriyetler halen sürüyor. Askerin palaskası ile bağlanıp, mühürlenen cezalarını çekiyor nice evlat benim Serhat’ım gibi. Bu ülke evlatlarından DGM’lerin esirgediği adaleti, onları sivil mahkemelerde yeniden yargılayarak siz verebilirsiniz. Zira o mahkemelerin açtığı derin yaralar, doğurduğu öfke yerinde duruyor.
Babasıyla ben sağlığımız ve imkânlarımız el verdikçe oğlumuzu ziyarete gidiyoruz. Zindan zindan gezerek ülkesini öğrenen oğlumuzla yorulduk. Yeniden başka bir şehre gönderilir korkusu ile yaşıyoruz. Fakat şimdiye kadar kendisine “çıktığında ne yapacaksın” sorusunu sormadık. Devlet değişti, sorunu çözecekler, savaş ve silah anlamsızdır, dağları unut, siyasetle uğraş, diyemiyoruz. Oğlumun zindan ziyaretlerinde tanıdığım, onun gibi hapislerde 15-20 yıl devletin adaletinden mahrum kalmış birçok arkadaşı çıktıklarında bu ülkede kalıp, siyasetle uğraştıkları için yine içerdeler. Bu ülkenin şefkatinden nasiplenmeyen bu evlatların dağa gitmeyip yeniden zindana mahkzm edildikleri için pişman olmadıklarını kim söyleyebilir ki.
Neredeyse çeyrek asırdır korku, endişe ve özlemle yaşayan bir ana olarak, tek hayalim oğlumun çıktığını görmek. Onun evlenip, çoluk çocuk sahibi olduğunu, normal bir hayat sürdüğünü görmek. Ona söylemeden buna hazırlık da yapıyoruz. Bizim ısrarımızla ortaokul ve liseyi dışarıdan bitirdi. Şimdi içeriden üniversitede okuyor. Hayatına dair son kararı elbette devletin zindanlarda büyümeyi nasip ettiği oğlum verecek. Ona inanıyor ve güveniyoruz, kararı her ne ise, saygı duyacağız.
Analar dağdakilere ‘inin’ der
Yaşım atmışı geçti, hafızamdan, yüreğimden silinmeyen bu acılarla ne kadar yaşarım bilmem ama dualarım, torunlarımın, kendilerini inkâr etmeden ve inkâr edilmeden, huzurla yaşayacağı bir ülke içindir. Siz, ülkenin yarısından fazlasının verdiği güvenle, bu kanayan yaraya neşter vurursanız isyan mevsimi kapanacak, barış rüzgârı esmeye başlayacak. O zaman biz analar da size arka çıkıp, “İnin” diye seslenebileceğiz dağlardakilere ve izin vermeyeceğiz bir daha evlatlarımızın dağa çıkmasına.
Her şeye rağmen sizin bu sorunu daha fazla kan ve gözyaşına yol vermeden çözeceğinize olan inancımı koruyorum. Ama çözümsüz geçen her saniyenin bu ülkedeki analar için ıstıraplı bir ömür gibi olduğunu da unutmamanızı arzu ediyorum. Evlat acısı korkusunu bu ülkedeki anaların yüreklerinden söküp atmanın zamanı geldi, geçiyor. Bunun için bu ülkedeki analar size mührü verdi Sayın Başbakan. Bu yazı ve yaklaşan bayramları anaların yasına değil, evlatlarıyla buluştuğu yeni bayramlara çevirmeniz için Allah’a dua ediyorum.
30.07.2012
Semiha TUGAN
Ölüme seyirciyiz nasıl bir oyun bu?
Size Hakkâri’den yazıyorum, günlerdir helikopter ve uçak sesleri ile uyur uyanıklık arasında ve bir yürek sızısı ile yaşadığımız Hakkâri’den.
Her helikopter inişinde ve gelişinde, “bu defa yaralı taşınıyor” ,”bu defa uçaklar yine gitti” diye yürek ağrıları ile günlerdir bir yeryüzü ve vicdan cehennemindeyiz. Her helikopter ve uçakla bir cana kıyıldığı fikri ve bunu bilerek yastığa kafanı koymak, normal hayatına devam etmek... Çok zor. Burada çok zor bir ruh halindeyiz hepimiz. Belki de hepimizin her helikopter ve uçak sesinde hissettiği en önemli şey şu, sokaklara çıkıp, avazımız çıktığı kadar bağırmak ve tüm dünyayı inletecek bir yeter demek. “Yeter” gerçekten “yeter”.
Şimdi neler anlatmak neler yazmak geliyor içimden ama hiçbiri şu bir kaç gündür tüm ruhumuzla hissettiğimiz ve üstesinden gelemediğimiz çaresizce ölümü izlemek, ölümün toprağındaki havayı solumak duygusunu anlatamaz.
Bir yerlerde insanların öldüğünü, öldürüldüğünü, hayatlarının sonlandırıldığını, tam hasat zamanı ansızın insanların yerlerinden olduğunu, yollara düştüğünü tekrar sıfırdan başlamak üzere olduklarını bilmek çok ağır geliyor. Ölüme seyirciyiz, nasıl bir oyun bu, kim bu oyunu bitirecek, kim cehennemi bizim yüreğimizden ve bu ağırlığı vicdanımızdan alıp götürecek bilemiyorum. Ne yapmalı, nereye gitmeli, ne demeli... Hiç bilemiyorum, dilsizim ve sözsüzüm. Daha yeni yerleşik hayata gecen Şemdinli köylülerini düşünüyorum, ne kadar sahipsizler, hiç kimseleri yok, günlerdir uykusuzum, ne yapabilirim diye kendimi, beynimi, bilgimi, yüreğimi didikliyorum. Çaresizlik içinde kıvranmaktan başka yok elimde bir şey. Bu mu vatandaşlık diye soruyorum kendime, bu mu aynı ortak kaderin paydası olmak, bu mu tasada ve kederde birlik? Daha çok soru var aklımda, ama vazgeçiyorum sormaktan, buradakilerin yürek sözlüğünde artık hiçbir sözün, sorunun anlamı yok çünkü.
Sayın Cemal size bir mektup göndermek için açtım mailinizi, 3. Yargı paketinden sonra kaleme alınmış bir ananın mektubu, bu anne benim annem, artık 66 yaşında, yaşadıklarından daha genç aslında. Bu Temmuzda 22 yılını zindanda bitiren oğlu için bir mektup yazdırdı bana, ama gündem öyle bir karıştı ki göndermeyelim dedik. Fakat bekledikçe daha da kötüleşti her şey.
Kardeşim uzun uğraşlar sonucu şimdi Bitlis cezaevinde, nispeten yakın Bitlis, -6 saat gidiş ve 6 saat dönüş- annem ve babam için, babam kalp ve tansiyon, annem de şeker hastası, günde 3 doz inselin yapıyor. Seyahatleri sağlık acısından çok problem. Daha yakın bir yere de getiremiyoruz. Şimdi ise oradan gönderecekler, artık nere olur bilemiyoruz. Eksik bir iki il kalmıştı görmedikleri bu ülkede annemle babamın.
Neyse Sayın Cemal, o mektubu size gönderiyorum. Belki dikkatinizi çeker, siz de kaleminiz ile 22 yıldır devam eden bu adaletsizliğe dokunabilirsiniz. Kim bilir?
Size kolaylıklar diliyor, selamlarımı gönderiyorum ölüm kokan Hakkâri’den.
Rojbin.
|