Başbakan Erdoğan, iki gün arka arkaya, yaptığı konuşmalarda “dört kırmızı çizgisini” sayarken, ”Tek millet, tek devlet, tek bayrak tek din!” dedi. Özellikle ikinci konuşmasında “Tek dil demiyorum tek din diyorum” diye özel vurgu yaparak konuştuktan sonra önceki gün, “özeleştiri” yaptı. “Beni eleştirenler haklıdır” diyen Başbakan Erdoğan, “Tek din değil tek vatan diyecektim. Dil sürçmesi olmuş!” dedi.
Böylece günlerdir “tek din” demeyi nasıl açıklayacağını, hangi kılıfa sığdıracağını bilemeyen, “Öyle demek istememiştir. Demişse bile şu anlamda demiştir” diye kıvranan AKP propagandacıları ve malum basının vakanüvisleri, Başbakanın bu “özeleştirisi” karşısında, derin bir “oh” çektiler. Çünkü “doluya koysalar almıyor boşa koysalar dolmuyor”du!
Öyle ya;, hem laik olacaklar, hem de ülkede “tek dini” savunacaklar bu nasıl olacaktı? Kaldı ki laik olmayan İran, Suudi Arabistan gibi ülkelerde bile o ülkenin açıkça laiklik düşmanı şeriatçı yetkilileri, kürsülerden “tek din kırmızı çizgimizidir” diye bağırmayı göze alamıyorlardı! Belki böyle bir slogan El Kaide ve Taliban gibi, stratejileri ve kendilerinin “din uğruna savaş halinde” olmalarının gereği “tek dinci” örgütlerin sloganı olabilirdi!
Bu yüzden de AKP propagandacıları ve yandaş basın erbabı; “Ne olacak şimdi; bütün öteki dinlere karşı savaş mı açacağız yoksa başka bir dinden insanları sınır dışına mı atacağız?” gibi soruların geleceğini bilerek sıkıntıya sürüklenmişlerdi.
Neyse böyle çetrefilli sorulara yanıt vermekten kurtuldular artık.
Tabii burada şu soru da tartışılacak şimdi: “Vatan”la “din”in çok ayrı biçimde söylemler olduğu dikkate alındığında “Nasıl vatan denecekken ‘din’ denir?”; bu anlaşılır değildir. Bunu da geçelim, hadi diyelim “dil sürçmesi” değil de “düşünce sürçmesi” oldu da; ilkinde “vatan yerine din” dendi; ikinci gün, “Dil demiyorum, sakın yanlış anlaşılmasın, din diyorum din!” diye düzeltilen “dil sürçmesi” ya da başka türlü bir “sürçme” olabilir mi?
Bırakalım sözcükleri; yanlış ya da doğru kullanılmasını, hatta “Dervişin fikri neyse zikri de odur” atasözünü de geçelim. Ama Başbakan ve bakanları, ya da partisinin önde gelenleri uzun zamandan beri; “dinin toplum yaşamındaki etkisini artırmak” için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar. Bazen Diyanet İşleri Başkanı’nın protokoldeki sırasını, bazen Kürt sorununun çözümündeki çaresizliklerini, bazen eğitimin yeniden düzenlenmesini, hatta 28 Şubat’la hesaplaşmayı bile dini politikanın bir unsuruna dönüştürmenin vesilesi yapıyorlar.
“4+4+4”, “imam hatiplerin orta kısımlarının yeniden açılması” ve “Kur’an” ve “Hazreti Muhammed’in Hayatı”nın “seçmeli ders” olarak müfredata sokulması ve giderek eğitimin daha dinsel içerikli hale dönüştürülmesi için atılan adımlar apaçık ki; “tek din” söylemiyle birleşen adımlardı. Bu çerçevede Zerdüştlük, Ateistlik, pagan bir dine inanlara yönelik, bu dinleri ya da inanmayı bir küfürmüş gibi aşağılayan, dışlayan konuşmalar sayısız kez Başbakan ve İçişleri Bakanı tarafından yinelendi. Meclis kürsüsünde İçişleri Bakanı Şahin, domuz eti yiyenleri dinsiz, kafirler olarak suçladı. Hatta ülkemizin nüfusunun önemli bir kısmının inancı olan Alevilik, her vesileyle imalarla ya da Irak ve Suriye rejimleri üstünden düşman ilan ediliyor.
Burada kalınamazdı, kalınmadı; Başbakan, 4+4+4’ü savunurken açıkça; “Dindar gençlik yetiştireceğiz!” diye ilan etti.
Laik bir ülkenin Başbakanı, eğer “Dindar gençlik yetiştireceğiz” diye ilan ediyorsa ve buna karşı çıkmayanlar, “tek din” deyince “Aman böyle deme!” diye ortalığa dökülüyorsa, elbette burada anlaşılır olmuyor.
Çünkü Başbakan “Beni eleştirenler haklı; dilim sürçtü, ‘tek vatan’ yerine tek din’ dedim” demesi belki şeklen durumu kurtarmış, hatta liberal takımına, “Bakın özeleştiri yapan bir Başbakanımız var. Diktatörlük hevesi olan adam özeleştiri yapar mı?” oyuncağını da vererek onları rahatlatmıştır. Ama işin özüne, bugün Başbakanın adım adım devreye soktuğu politikaların niteliğine bakıldığında, Başbakanın “tek din” derken, aslında dilinin sürçmediğini; aklındakini, kendi hedefini ilan ettiğini söylemek, gerçeği ifade etmektir.
Kahve propagandası da bu doğrultuda sürdürülecek; “yeni Anayasa”ya da bu amaç bir biçimde sokulmaya çalışılacaktır.
Bunu da çok beklemeden göreceğiz
|