DSP eski milletvekili Ali Rahmi Beyreli’den bir ileti aldım.
Anımsıyorum, 28 Şubat sürecinde Radyo 16’da kendisini konuk etmiştik.
Bir sözünü unutmuyorum, 28 Şubat sürecine ilişkin, 1-1 olduk demişti de, çok tepki göstermiştim. Bakıyorum şimdi de haksızlık yapmışım Ali Rahmi Beyreli’ye…
Bugün İslamcıların şımarıklığı ve ortaya çıkan cadı avına bakıldığında, haksızlık ettiğimi düşünmek zorunda kalıyorum.
Neyse sözü Beyreli’ye bırakıyorum:
“Merakla beklenen 28 Şubat soruşturmaları nihayet başladı. Soruşturmaların birinci dalga, ikinci dalga, üçüncü dalga derken bilmem kaçıncı dalgaya kadar süreceği tahminleri yapılıyor.
O süreçte kim destek vermiş, kim vermemiş, kim “beceremediniz, artık bırakıp gidin” demiş, kim “orduyu o günkü hükümetten daha demokratik buluyormuş”, hükümet ülkeyi çok kötü yönetiyormuş, irticai kalkışma provaları yapılıyormuş, aslında amaç İslamcılar içindeki anti-Amerikancıları saf dışı etmekmiş…
Herkes o döneme farklı bir pencereden bakıyor. Herkes bir şeyler söylüyor. Ama asıl konuşması gereken o dönemin siyasetçileri ne diyor bilinmiyor.
Peki, İskender Pala o döneme nasıl bakıyor? İskender Pala kim mi?
İskender Pala, 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu, 12 Eylül 1980 Darbesinden sonra birkaç defa girişimde bulunarak 1982 yılında muvazzaf subay olarak Deniz Kuvvetlerine katılıyor.
15 yıl boyunca Deniz Kuvvetlerinde çeşitli, üstelik komutanlara oldukça yakın, görevlerde bulunuyor. Binbaşı rütbesinde iken 28 Şubat döneminde YAŞ kararı ile ordudan uzaklaştırılıyor.
İskender Pala o 15 yıl süresince yaşadıklarını ve 28 Şubat sürecini kendi ifadesi ile “Tarihe belge bırakmak” amacıyla “İki Darbe Arasında” adlı bir kitap yazarak 2010 yılında kamuoyu ile paylaşmış.
Neler mi söylemiş?:
“Beraber görünmekten, sizinle aynı kulvarda olmaktan korkan dostlardır(!) onlar ve sayıları o kadar çoktur ki!.. Onların çoğu her başları sıkıştıkça sizi arar, sizden fi sebilillah yardım isterler.
Çoğu din adına, dava adına söze başlar ve istediği şeyin yapılmasını garantilemeden yanınızdan ayrılmaz. Sizi kendi görüş ve ideolojisine alet ederek amacına ulaşır, bedava hizmet alır, kaba tabirle sizi kullanır.
Ona göre menfaatin adı dava ve hizmet olmuştur. Zannederim onlardan hiçbirisi şimdi “Acaba bu adamın ordudan ihracında benim de bir payım var mı?” diye asla düşünmüyordu.
Üstelik “Randevu almadan, telefon etmeden, başörtüm, poturum ve bir kucak sakalımla bu adamı makamında çat kapı ziyarete gittiğim zaman acaba bir zararım dokundu mu, birileri bundan bir anlam çıkardı da şimdi ordudan onun için mi ihraç ediyorlar yoksa?” diye de hiç akıl etmediler, üzerlerine toz kondurmadılar.
Onlar, hala benim suçlandığım ve askerlikten ihraç edildiğim dini konularda kahramanlığı elden bırakmazlar ve hep en sağlam Müslümanlar olarak geçinirler, ama ruh haritaları menfaatle çizilmiş kuru bir kabuktan öte değildir.
Din adına, Türklük adına vatan veya millet adına nutuklar atarak beni kullanan işte o dostlar (!)… Daha dün radikal söylemlerle beni kışkırtan, kullanan veya yanımda görünerek bir tür statü kazananlar, şimdi benimle görünmekten utanıyorlardı ya!..
Bu konuda kendilerine gönderilmiş herhangi bir yazılı emir, yasa, yönetmelik yahut yönerge maddesi olmadığı halde yetkili kişiler bizlerin adının bile anmaktan vazgeçtiler. Ben buna sağcılık hastalığı diyorum. Sol düşünceye sahip insanlar bu korkaklığa asla düşmezlerdi ve düşmediler de. Ama sağcıların ekseriyeti nedense cesaret özürlü yaratılmışlardır…
Bana altın yüzük takmamayı İslam olarak anlatıp on beş yıl beni gümüş yüzük ile orduda günah keçisine çevirenler, parmaklarına altın yüzük takmaya, hatta altın yüzük takılabileceğine dair kitaplar yayımlamaya başlamışlardı.
Bana kasko sigortası yaptırmanın caiz olmadığını söyleyip araba kazası yaptığımda aracımı hurdaya çevirtenler ile İslami konulara en duyarlı yaklaşılan TSK içinde bunu savunmamı din olarak gösterenler, araba alır almaz sigortacıya koşuyorlardı…
Kendi başıma gelenlere ve o günlerde yaşadıklarıma bakarak neredeyse bu ülkenin çoktan beri bir 28 Şubat sürecine ihtiyacı olduğunu(!) bile düşünmeye başlamıştım…
Söz gelimi ben asker iken –göze batsa ve bize zarar eriştirme ihtimali olsa da pardösü giymekten taviz vermeyen eşim, artık- askerliğimiz bittiği için pardösüden ayrılmasına hiçbir mecburiyet yokken- etek ceket de giyebiliyor. İmam-Hatip okulunda vaktiyle omuzlara dökülen eşarpla okuyan kızım şimdi pantolon üzeri tunik ile gezebiliyor…
Çünkü din adına dayatılan pek çok şeyin aslında gelenek olduğunu, hatta bazen hurafe olduğunu keşfetmek uzun zaman ve büyük acılara sebep oldu…
“Böyle yaşayacak idiysek neden ordudan atıldık? Değişecek idiysek o yıllarda değişseydik de bu konuma düşmeseydik?” Evet; aradaki farkı bize 28 Şubat süreci öğretti, kabullendirdi, benimsetti.
28 Şubat’tan sonra tesettür kıyafetinin bir örf meselesi olduğunu söyleyen din adamları önceleri nerelerdeydiler?!.. Çarşafa karşı değilim, isteyen istediği biçimde giyinebilmeli. Ama eğer tesettür deyince din adına konuşan bazı hocalar tarafından mutlaka çarşaf dayatılmasaydı, belki beni de TSK’dan atma isteği birilerini bu derece kışkırtmayacaktı…
Bu söylediklerimden dolayı benim TSK’dan eşimin kıyafeti yüzünden atıldığım zannedilmesin. On beş yıla varan tecrübelerim bana göstermiştir ki TSK, hiç kimseyi namaz kıldığı yahut eşi başörtülü olduğu için kapı dışarı etmez. Asla bunu yapmamıştır, yapmaz da…”
28 Şubat sürecinde TSK’dan ihraç edilen, İskender Pala 2010 yılında, “İki Darbe Arasında” adlı kitabında bunları söylemiş, samimi olarak içini dökmüş. İyi de yapmış.
Yorum kamuoyunun!
Ali Rahmi Beyreli
20-21.Dönem Bursa Milletvekili”
|