Gelişigüzel görünen bir cümlesini en sır dolu kahramanlarından birine kurdurur Dostoyevski: “İnsanlar başkalarından beklemediklerini neden benden beklerler?” İnsanlar, yeni bir soru, kendilerinden beklemediklerini başkalarından beklerler mi? Sorudan çok bir tereddüt: İnsanlar kendilerinin başaramadıklarını başkalarının başarmasına, kendilerinin vazgeçtiklerini başkalarının sahiplenmesine neden öfke, nefret, aşağılamayla tepki verirler? (Hep aynı kadim soru: İnsanlar, neden iktidarı bu denli sever, benimser, hoş görür?)
Aynı romandan bir alıntı: “Bağrından dökülen ‘doğru’ söz kalabalığını sinsi bir hazla dinliyordu.” Doğru söz kalabalığının kalıp gibi uyan, iyi hesaplanmış, defalarca sınanmış,kimliklerle taçlanmış argümanları... Cümle cümle, kafa sallaya sallaya ilerlerken derinlerde duyulan bir rahatsızlık, söze gelmeyen bir itiraz... Bir yerlerde sanki bir çelişki, korkunç bir yanlış, bir zalimlik olduğuna, sanki yaşamsal bir şeyin, belki insanın belki insan acısının dışlandığına dair bir sezgi. Dövenle dövülene eşit mesafede durmayı objektiflik sayan bu dil, diye yazmıştım, duvarlar örüyor görünürle görünmezin sınırlarında, ardında bıraktıkları sessizce görünmeze karışsın diye... Sözcükleri gerçekliklerinden koparan bu dilin kör noktalarında, bu gün bu saat birileri dövülüyor, coplanıyor, hücrelerde can çekişiyor.
Sahi neler bekliyoruz on yıllardır durmadan kafalarına dipçik indirdiklerimizden?
Kendimizi demokratikleştiğimize inandırmak istediğimiz molalar dışında, durmamacasına dipçik indirdiğimiz o ‘çocuktan’ (böyle diyelim şimdilik), ki o epeydir farkında ‘Kürt olduğu’ için zulüm gördüğünün... (Onun farkındalığı arttıkça,bileniyor kalemler, demokrasi dersleri ‘etik’ gibi ince konulara değiniyor.) Vakti zamanında babasının testere lakaplı, yani kol bacak kesen sorgucuların elinden geçmiş, elinde kalmış olması artık eskimiş, duygu sömüren bir hikaye. Babasını konuşturmak için dokuz yaşında tecavüz edilen Hazal’dan söz etmeden ‘Kürt meselesini’ tartışıyoruz epeydir, zaten sağ ve sağlam kalan Hazallar bu gün cezaevindeler. Neler bekliyoruz katıldığı ilk öğrenci derneğinde, yürüyüşte, Newroz kutlamasında ‘yakalayıp’ 5 yılla, 10 yılla, 20 yılla yargıladığımız ‘çocuktan?’ Şu kadim ‘kadın meselesini’, demokrasi meselesini, şiddet meselesini vs. önce kendi içindeçözmesini, ama Kürt meselesini ‘bize’ bırakmasını bekliyoruz. Üzerinde bir çakmak, elinde bir taş izi görürsek tutukluyor, hücreden, dayaktan, tecevüzden şikayet ederse, artık karakollarda işkence yapılmadığını ama sisteme karşı çıkmanın da bir bedeli bulunduğunu hatırlatıyor, kendini ateşe verirse, bunu fanatikliğine kanıt gösteriyoruz. İster vicdani retçi olsun, isterse yoksullarla dayanışma derneği üyesi, bizim için fark etmiyor, kül yutmuyoruz, silahlı örgüt adınadır her ne yaptıysa, basıyoruz 5,10,20 yılı... Sözgelimi Norveçte 77 kişinin katiline istenen cezayı (21 yıl)... “Ne Mutlu Türküm Diyene” tabelalarının asıldığı okullarda, ezile ezile öğrendiği bir dilde ant içmesini bekliyoruz her gün, ‘Ama ben Kürdüm’ derse, ultra-milliyetçi olduğunu bağırıyoruz yüzüne... Öncelikle sınıf meselesinden haberdar olması gerektiğini söylüyor, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi haklardan dem vurunca, bunların modasının geçtiğini, bir yüz yıl kadar geciktiğini bildiriyoruz. Kurduğu, kuracağı hiç bir siyasi söylemi kaale almıyor, değil yıldan yıla, aydan aya değişen ‘yöresine’ bile uğramıyor, o sarsılmaz feodal, ataerkil, silah düşkünü yapıdan neler çıkacağını adımız gibi biliyoruz. Kadın komisyonlarıymış, eş başkanlık sistemiymiş, kesinlikle kanmıyoruz... Bir demokrasi tartışmasında, BDPnin programını, iktidar partisininkiyle kıyaslamak aklımızın ucundan geçmiyor. (Neden geçsin ki, zaten BDPlilerin çoğu içeride!) Özerklik gibi, federasyon gibi kavramlar, zihniyetimizin duvarlarına çarpıveriyor (canım biz biliriz onların ne istediğini, bizim devletimizi, bizim demokrasimizi mumla ararlar!) Yanıtımız tek sesli, net: “Çık o zaman dağa!” Bu topraklarda devlet üzerine devlet kurduğumuzu, katliam üzerine katliam yaptığımızı hatırlatıyor, demokratikleşmemizin önünde engel teşkil edenleri bazen açıkça, bazen metaforları yeğleyerek (Sri Lanka) uyarıyoruz. Aslında unutulmasına fırsat vermiyoruz F16’larımızın, İHA’larımızın... Demokratikleştikçe demokratikleşen basınımız arada bir yayınlıyor artık ‘ötekilerin’ fotoğraflarını... Yakılmış, paramparça edilmiş yüzler, oyulmuş gözler, ayağına ip bağlanıp sürüklenerek “Ne Mutlu Türküm Diyene” tabelasının önüne atılmış ölüler...
O çocuk, kafasına dipçiklerle vurduğumuz çocuk, günün birinde, bize dönüp de ‘çocuk mu kandırıyorsunuz?’ dediğinde... Yanıtımız hazır.
|