Eğer solcuysak, ekranlarda boy gösteren, beyinleri azgelişmiş ama dilleri pabuç gibi “yandaşlara” öfkeleniyorsak, biraz da kendimize kızmalıyız. Guevara’ya, Deniz Gezmiş’e, Mahir Çayan’a ve başkalarına bu denli pervasızca saldırılabiliyorsa, hatayı biraz da kendimizde aramalıyız.
Çünkü neye değer verip peşinden koşuyorsak, neden yakınıyorsak, hangi sorun çözülsün istiyorsak hepsini “demokrasiye” bağlamakla işe başladık. Ardından, demokrasinin temsili-parlamenter düzene indirgenmesine, bununla özdeş görülmesine ve böyle fetişleştirilmesine fazla ses çıkarmadık.
Doğal olarak, arkası geldi.
Örneğin 27 Mayıs (Mayıs 1960) bir askeri darbe olarak tu kaka ilan edilirken, iktidardaki Demokrat Parti’nin tastamam bir “terör rejimi” getirecek ünlü Tahkikat Komisyonu girişimi (Nisan 1960) artık unutulmuştu.
Milli iradeyi temsil eden Meclis’in kararlarının “tutucu” yargıya her durumda üstün ve “demokratik” olduğu ileri sürülürken, Anayasa Mahkemesi’nin bozma kararı sayesinde 1974 affıyla özgürlüklerine kavuşanlar bile suskun kaldılar.
Suskun kalmaları belki de iyi oldu: “Ben daha yatmaya razıydım; keşke milli iradeye yargı müdahalesi olmasaydı” diyen çıkmadı.
Buna da şükür…
***
Türkiye solu, “demokrasi” adına ve aşkına bir tuzağa düşürülmektedir.
İyi düşünülmüş, ustaca planlanmış bir tuzaktır: Bir kavramın inkârı, karşıtı vb. çok özel durumlarla tanımlanıp çok dar bir alana sıkıştırılırsa, bu kavramın uzantısı uygulamalar da içerdiği olumsuzluklardan o kadar tenzih edilmiş, aklanmış olur. Örneğin “ticari başarı” kavramının inkârı sadece ve sadece “iflas” olarak tanımlanırsa, iflas etmeyen bir ticari kuruluşu her tür rüşvete, suiistimale, yolsuzluğa bulaşmış olsa bile başarılı sayıp baş tacı etmek gerekir! Bunun gibidir: Eğer “demokrasinin” inkârı salt “darbe” olarak tanımlanır, buna indirgenirse, o zaman darbe olmadığı sürece yapılan her şeyin demokrasi adına kutsanması, en azından sineye çekilmesi gerekecektir…
Türkiye solu ne yazık ki bu tuzağa düşmektedir. Üstelik geçmişinde “Filipin demokrasisi”, “cici demokrasi” gibi tepkisel yanı ağır basan, “burjuva demokrasisi” gibi işi sınıfsal temeline oturtan nitelendirmeler olduğu halde...
***
Peki, Türkiye solu olarak bu tuzaktan kurtulabilir miyiz?
Yukarıda söylenenlerden hareketle, kurtuluşun ilk adımı açık olsa gerek: “Darbe” olmadığı, “milli iradenin” tecellisine müdahale edilmediği sürece, olup biten her şeyi demokrasi adına sineye çekmekten vazgeçmek…
Kimilerimiz için bu bile zor olabilir. Ancak, bundan sonrası daha da zordur.
Türkiye solu olarak elbette demokrasiyi salt “darbe karşıtlığı” ötesinde, daha geniş biçimde ve daha zengin bir içerikle tanımlayabiliriz. Ancak, tanım genişleyip zenginleştikçe, bu tanımın kapsamına giren öğelerin salt “demokrasi” bağlamında önerilip savunulması da zorlaşacaktır. Örneğin, “emeğin özgürleşmesi”, “insanın insan tarafından her tür sömürüsüne son verilmesi” gibi hedefler için verilen mücadelede “demokratik ortamlar” gerektiğini söyleyebiliriz; ama bu hedeflerin “demokrasinin gereği” olduklarını söyleyemeyiz.
Kapitalizm çerçevesinde, “ileri olanı” dâhil hangi demokrasiye sorarsanız sorun, “Abi bu kadarı beni aşar…” diyecektir.
***
Bu yazıyı okuyup, “yandaş” olmadıkları, AKP’ye hiç pirim vermedikleri halde “demokrasi küçümseniyor” diye kızan solcular çıkabilir.
Büyük ihtimalle zaten biliyorlardır, ama gene de Başbakan Erdoğan’a demokrasi adına yüklenmeleri için bir hatırlatma yaparak belki “suçumu” biraz olsun hafifletebilirim:
“Demokrasi bugüne kadar bazen amaç bazen ise araç olarak görülmüştür. Hem amaç hem de araç olarak yorumlayanlar da olmuştur. Bize göre ise demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme gitmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde bir araçtır” (Recep Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri için bkz. Metin Sever-Cem Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları 1993, s. 419).
Şimdi bu ülkenin solcuları olarak gelin hep beraber bir amaç, hem de nihai ve ulvi bir amaç olan demokrasiyi “araç” derekesine düşüren Erdoğan’a yüklenelim.
Ama tarih 1993’tür; Erdoğan “ben gömlek değiştirdim” diyebilir.
Biz de “deri değiştirdik” mi diyeceğiz?
|