- msenocakli@gazetevatan.com
--------------------------------------------------------------------------------
İki-üç yıl öncesine kadar kardeş ilan ettiğimiz, ortak bakanlar kurulu toplantısı yaptığımız bir ülkeyle bugün savaşın eşiğine geldik. Oysa eğer bugün diktatörse Suriye yönetimi, o gün de diktatördü. Suriye’de bugün zulüm varsa, o gün de vardı. Değişen Suriye değil, Türkiye!
Batı’nın bizden istediği terbiye edilmiş İslam ülkesi olmamız. Kontrol altındaki ehlileştirilmiş İslami otorite formatına döndürüyorlar Türkiye’yi. Türkiye’deki değişim bu! Keşke ulusal ve uluslararası politikalarımızı yüzde 100 kendi irademizle belirleyebilen bir ülke olabilseydik!
- Dünkü konuşmamızda, “Son kitabımı yazarken fark ettim ki biz bir zamanlar çok özgürmüşüz. Aynı yazıları bugünkü koşullarda yazamam. Kesinlikle bunu gazete yönetiminden gelecek baskı olarak söylemiyorum. Kendi süzgecimden geçiremeyeceğim için söylüyorum. Ben bu yazıları bugün yazmaya cesaret edebilir miyim? Çok çıplak söyleyeyim, birçok yazı için ‘evet’ diyemiyorum” demiştin. Ama kitapta yer alan “2012’den bakınca” bölümleri yine çok cesur bakışlar...
Evet, yine cesur bakışlar, o yazılar kadar cesur bakışlar ama o cesur bakışları 2012’de yazan kişi, bugün 2005’e, 2007’ye göre daha fazla korkmaktadır.
- Bir yazında, “Yaşımı geri istiyorum” diyorsun. Gerçekten de bu ülkede yaşamak çok yorucu, çok yıpratıcı...
Kitapta okumuşsundur. Ben 19 yaşında, iki çocukluk arkadaşımın Sait’in ve Tayfun’un ölümüne tanıklık ettim. Tayfun sözlendiği günün gecesi bir fotoğrafçıda söz fotoğraflarını tab ederken, geceyarısı saat üçte fotoğrafçı tarandı ve öldü. Aradan 25 yıl geçtikten sonra anlaşıldı ki, fotoğrafçının adı Foto Derya, Kuyubaşı’nda. Bir de Göztepe’te Foto Derya varmış. Yanlışlıkla Göztepe‘deki Foto Derya’yı tarayacaklarına, Kuyubaşı’ndaki Foto Derya’yı tarıyorlar. Ve o sırada içerde fotoğraf basmakta olan fotoğrafçı Derya Ağabey ile Tayfun ölüyor.
- Ya arkadaşın şişko Sait? Manavın oğlu, birlikte top oynadığınız Sait? Hepimizi ağlattın o öyküde...
Taşlardan kale yapıp gece yarılarına kadar sokakta top oynadığım Sait... Birlikte büyüdük. Sonra onlar mahalleden taşındılar. Yıllar sonra bir gün Sait’le karşılaştık yolda. Boyu uzamış, ama 45 kiloya düşmüş. Rengi kara sarıya dönmüş. “Ne oldu?” dedim. “Gözaltına alındım, tutuklandım, Selimiye’ye götürüldüm, işkence gördüm, ondan sonra da bu hale geldim” dedi. Sarıldık, ağlaştık, bir duvarın üstüne oturduk, saatlerce konuştuk. İki gün sonra Sait öldü. Gördüğü işkence nedeniyle... İşte bu acı olaylar yüzünden çok kızgınım, çok öfkeliyim.
- Peki 12 Eylül’den bugüne nasıl bir değişim yaşadı bu ülke?
Geçmişte fiziki infaz yapılıyordu, bugün psikolojik infaz yapılıyor. İnsanlar çok büyük bir psikolojik savaşın muhatabı. Karakterleri, birikimleri, onları hayata bağlayan tüm değerleri yok sayılıyor. Ülkede ne kadar iktidarla uyuşmayan insan varsa, kendisini hedef olarak görüyor. Elbette komutanların, aydınların, rektörlerin, yazarların, gazetecilerin içerde olması çok önemli. Ama daha önemlisi onların içerde olmasının dışardakiler üzerinde yarattığı kaybolma isteği.
- Nasıl?
Artık bu ülkede herkes kaybolma isteğiyle yaşıyor. “Aman, kimse beni görmesin” diye. Çok ciddi olarak tepki vermesini, topluma lokomotif olmasını beklediğimiz aydın kesim, “Aman kimse beni görmesin” diyor... Bir ülkede halkın tepkisini belirlemek de aydınların vereceği tepkilere bağlıdır. Aydın yanlışı görür ve der ki, “Bak arkadaş, burası yanlış!” Bunu görüp de söyleyebilen insan sayısı çok azaldı. İki şekilde azaldı. Birincisi, o manevi psikolojik yok etmeyi görüyorlar. İkincisi, onu göze alabilmenin, “İçeri girsem de doğruları söylemekten vazgeçmeyeceğim!” diyebilmenin özel şartları olduğunu biliyorlar. Özel hayatında hiçbir yamukluk olmayacak. Hiç açığın olmayacak...
- Kitabı okurken bunu düşündüm hep. Senin hayatın öylesine açık ki...
Benim gazetecilik tavrımda gerçekten hiçbir yamukluk yok. İddia ediyorum ki bugün Türkiye’de 10 bin küsur gazeteciyiz. Ne yazık ki, bu 10 bin gazetecinin 9 bin 500’ü Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi diye bir bildirgenin olduğunu bile bilmezler. Bu bildirge aşağı yukarı 20 yıldır var. Burada gazetecilerin hakları ve yapılıp yapılmaması gerekenler sıralıdır. Ben bu bildirgeyi kişisel anayasam olarak hayata geçiriyorum. Hiçbir politikacıyla, bürokratla ya da işadamıyla, haber kaynağı olma potansiyeli taşıyan hiç kimseyle ahbap çavuş ilişkisine girmiyorum. Herkesle belli bir mesafeyi koruyorum. Yemek yiyeceksek parayı kendim ödüyorum. O gazetecilerin çok teveccüh ettikleri yurt dışı gezilerine 20 yıldır hiç çıkmıyorum. Dolayısıyla kimse bana yazdığım bir yazıyı falancanın etkisiyle ya da bir kurumun baskısıyla yazdığımı söyleyemez... Bugün AKP’liler beni CHP’li olmakla eleştirir ama hakkımda en fazla davayı da CHP açtı. Yanlışı kim yapıyorsa onunla kavga ederim. Gazetecilik duruşunun da bu olduğuna inanırım. O yüzden de bu anlamda açığım yok.
- En son Hasan Cemal için, “Günaydın” diye ağır bir yazı yazdın. Aslında benim söyleşi yaptığım kişiler de zaman zaman senin öfkenden nasibini alıyor. Prof. Faruk Birtek de onlardan biriydi... Onu da çok ağır eleştirdin. Açıkçası ben ona haksızlık yaptığını düşünüyorum...
Tüm olup bitenlere ortak bir tepki verilmesi gerekiyor. Bugün ülkede insanların kimi zaman rüşvetle, kimi zaman da baskıyla susturulduklarını görüyoruz. Susmayanlar, kendi çıkarları söz konusu olduğunda susmuyorlar. Mesela, Tekel işçilerinin müthiş bir eylemi vardı. Kamuoyundan çok büyük destek almıştı. Ama ne oldu? O 100 gün süren eylem, hükümetin işçilerin hesabına yatırdığı 10’ar, 15’er bin liralık tazminatlarla çözülüverdi. İnsanlar işsiz bırakılınca Ankara’ya gittiler, önce havuza atıldılar, sonra Kasım’ın soğuğunda ıslak ıslak dövüldüler, çadırlara girip açlık grevi yaptılar ve kamuoyunun çok büyük desteğini kazandılar. Tam amaçlarına ulaşacakları anda iktidar parası devreye girdi. Oysa orada mevcut yasanın Türkiye işçi sınıfına getirdiği kötülük söz konusuydu. O yasanın değiştirilmesi gerekiyordu. O unutuldu. Tazminatını alan işçi çadırdan çıktı, evine döndü.
- Mücadele etmeye devam etseydiler haklarını alabilirdiler...
Ama o anda onu düşünemezlerdi. Onları da suçlamıyorum. Açlıkla boğuşurken, gırtlaklarına kadar borca batmışken önlerine atılan o paraya tamah ettiler. Eleştirilebilirler ama ben eleştirmiyorum. Bunu sistemin bir tuzağı olarak görüyorum. Ve bu mücadele öyle bitti. İki gün sonra kıdem tazminatları kaldırılıyor. Neymiş? Fon oluşturuluyormuş da, işverenler o fona para aktaracaklarmış da, bundan sonra işveren işçilere direkt para ödemeyecekmiş de... Ne olacağı tam bir muamma. Sadece işçinin, memurun değil, tüm çalışanların kazanımları birer birer geriye götürülüyor. Bugün çalışanlar olarak 12 Eylül 1980’de sahip olduğumuz ne reel ücrete ne de sosyal haklara sahibiz. Ve biz bu ülkede sosyal haklarla, işsizlikle, açlıkla uğraşmıyoruz. Hep önümüze sürülen, bize dayatılan etnik ve dinsel istismarın sonuçlarıyla uğraşıyoruz. 4+4+4 bunlardan biri. Bu ülkede 16 milyon öğrenci var. Aileleriyle birlikte aşağı yukarı 40-45 milyonluk bir camia bu. Sormak istiyorum; kaç kişi 4+4+4’ün gerçekten ne öngördüğünü biliyor? 40 yıllık okullar, mesela Adana’daki Sabancı Ailesi Vakfı’nın açtığı okul imam hatip yapılıyor. Oradaki veliler, hatta aralarında gördük türbanlı kadınlar da vardı, “Hayır, imam hatip olmasın!” diye eylem yapıyor. 4+4+4’le olanı bugün fark ediyorlar. Yani ne zaman o atılan tokat kendilerine çarpıyor, insanlar o zaman tepki gösteriyor. Ben de diyorum ki, bunları zamanında görüp mücadele etmek gerekiyor. Ama araya dinsel ya da etnik sömürü mekanizması girdiği için, “Canım o laik, o Atatürkçü, o ulusalcı böyle konuştuğuna bakmayın” diye verilen tepkiler önemsizleştiriliyor. İşte benim 10 senedir yakındığım, dile getirdiğim bu sorunlar ya da rahatsızlıklar düne kadar kayıtsız şartsız iktidara destek veren yazarlar ve aydınlar tarafından, Hasan Cemal başta olmak üzere bugün rahatsızlık olarak dile getiriliyor. Ben de o zaman Hasan Cemal’e “Günaydın!” diye yazıyorum. Ondan sonra ben sert adam oluyorum. Ama günaydın!
- Peki ama bugün görmesi önemli değil mi?
Hayır. Hasan Cemal’in bunu o gün görmesi önemli. Bugün görmesinin hiçbir anlamı yok. Bu sadece onun kendi kişisel tarihi için önemlidir. Ama bir aydın olarak bu ulusun tarihi için çok geç kalmış ve bana göre önemsiz bir görmedir. Faruk Hoca’nın ki de öyle!
- Suriye ile gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsun? Bir savaş tehlikesi görüyor musun?
Yaklaşık 2-3 yıl öncesine kadar kardeş ilan ettiğimiz, ortak Bakanlar Kurulu toplantısı yaptığımız bir ülkeyle bugün savaşın eşiğine geldik. Ama Suriye karasularına girdiği gerekçesiyle uçağımızın düşürülmesi, bir sonuç sadece. Önemli olan şu; daha önce Türk uçakları hiç mi karasularını ihlal etmedi? Böyle durumlarda yapılacak şey bellidir; nota verirler ülkeler birbirlerine, özür dilenir ve iş tatlıya bağlanır. Ama burada eğer Suriye, Türkiye’nin uçağını düşürme aşamasına geldiyse, bunu izleyen Suriye köylüleri de bayram yaptıysa, gerçekten sorgulanması gereken şeyler vardır. Hemen şunu belirteyim; bu üç yılda değişen Suriye değil. Eğer bugün diktatörse Suriye yönetimi, o gün de diktatördü. Eğer Suriye’de bugün zulüm varsa, o gün de vardı. Değişen Türkiye! Batılı ülkelerin de desteklediği ve Ortadoğu’da büyük bir dönüşümü amaçlayan Arap Baharı operasyonunda önemli bir misyon üstlendi Türkiye. Bu yüzden bir zamanlar yakın dostları olan Kaddafi’nin hazin sonunda bile bu devlet politikasının önemli bir rolü vardı. Mısır da aynı şekilde. Bir zamanlar Mübarek’le kol kola giren bizim devlet yönetimi onu da diktatör ilan etti. Yine Esat’la ilgili görüşleri bugün böylesine değişmiş durumda. Yani Suriye olduğu yerde duruyor. Esat o gün de diktatördü, bugün de diktatör. Ama Türkiye değişiyor. Türkiye birtakım demokratik gerekçeleri göstererek, uluslararası aktör olmaya soyundu ve hedeflerini büyüttü. Doğal olarak da düne kadar kol kola girdiği yakın komşularıyla büyük sorunlar yaşamaya başladı. Türkiye’nin bu saldırıyı bir savaş gerekçesi olarak görmeyeceği de artık belli oldu.
- Suriye-Türkiye ilişkilerinde değişen Suriye değil, Türkiye dedin. Nasıl bir değişim bu?
Batı’nın bizden istediği terbiye edilmiş İslam ülkesi olmamız. Kontrol altındaki ehlileştirilmiş İslami otorite formatına döndürüyorlar Türkiye’yi. Türkiye’deki değişim bu. Ama eğer böyle giderse Türkiye bugün çok sevildiği Ortadoğu’da pek yakında istenmeyen bir ülke haline gelebilir. Türkiye, keşke ulusal ve uluslararası politikalarını yüzde 100 kendi iradesiyle belirleyebilen bir ülke olabilseydi! Keşke komşularıyla sıfır sorun politikasını devam ettirebilseydi. Ben bu iktidarın ağzından artık ideale yakın ifadeler duymaktan korkar hale geldim. Çünkü dediklerinin hep tersini yaptılar. Özgürlük dediler, ülkede tüm özgürlükler yavaş yavaş kısıtlanıyor. Düşünce ve ifade özgürlüğünü geçtik, iş artık kadınların kendi bedenleri üzerindeki kararlarına kadar geldi. İleri demokrasi dediler, bugün demokraside gelinen nokta belli. Komşularla sıfır sorun dediler, bugün Türkiye dış politikada tarihinde yaşamadığı kadar büyük sorunlarla karşı karşıya. O yüzden ben bu iktidarın ağzından evrensel anlamda ideal sözler duymaktan çok korkuyorum. Çünkü hep tersi oluyor.
Kitabına neden bu ismi verdi?
- Kitabın ismi neden Maratonda Sona Doğru?
Hepimizin bildiği gibi maraton sözünün patenti Fethullah Gülen’e ait. Onun yargılanmasına da neden olan, 10 yıl kadar önceki bir konuşmasına gönderme bu. “Bu bir maratondur” diyor Fethullah Gülen.
- Şimdi hatırladım, kitapta “Ayda en az bir kez okuduğum sözler” başlığıyla da vermişsin bu konuşmanın bir bölümünü...
Evet. 2007’de yazdığım bir yazıydı. “Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar mevcudiyetlerini korumazlarsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız. Bir taraftan o kanun ve kuralları, diğer taraftan da kanun ve kural adamı olma imajını kullanmalıyız. Yani sizi gören, ‘Bunlar kurallara harfiyen riayet ediyorlar’ demeli... Ta ilerilere gitmeli, can damarları içinde dolaşmalıyız. Cepheleri öğrenmeleri lazım arkadaşlarımızın... Hukuk sistemini didik didik etmeliler. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım... Biz de çalışıp onları istifade edecekleri mevkilere getirmeliyiz... Dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler. Durmadan hazırlanmalıyız. Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca maratona geçeriz. Devlet memuru arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar. Erken vuruş yaparlarsa dünya başlarını ezer. Bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephemize çekeceğimiz ana kadar her adım erken sayılır.”
Bu sözler Fethullah Gülen’e ait... Bu konuşmanın yer aldığı bant ortaya çıkınca, ABD’ye gitti Hoca Efendi, bir daha da dönmedi. Bu kasetten dolayı yargılandı, 2006’da da beraat etti. Ben onun bu sözlerini her ay en az bir kere okurum... Unutmayayım diye, yumuşamayayım diye, gevşemeyeyim diye...
CEMAAT, CHP’YE BİLE SIZDI!
Aradan yıllar geçti. Müritleri, Gülen’in bu talimatlarının dışına çıkmadılar. Adliye’de, Mülkiye’de mevcut olanlar, mevcudiyetlerini korudular... Sonra ta ilerilere gittiler... Can damarları içinde dolaştılar. TSK’nın, yargının, emniyetin, üniversitelerin, hatta laikliğin kalesi CHP’nin bile içine sızdılar! Hukuk sistemini didik didik ettiler, püf noktalarını öğrendiler. Ve sonunda maratona geçtiler. Öyle ustaca koşuyorlar ki bu maratonu kimseyi ürkütmüyorlar. Siyaset kurumu yıpranıyor... Adliye yıpranıyor... Mülkiye yıpranıyor... Üniversiteler yıpranıyor... Medya yıpranıyor... CHP yıpranıyor... Ama onlar bu toz dumanda ortada bile görünmüyorlar. Her yerdeler, her şeye hakimler, istediklerini yapıyor ve yaptırıyorlar, ama yıpranmıyorlar. Ben 6-7 yıl önce bu sözleri değerlendirirken, artık maratonda atağa geçtiklerini yazmıştım. Bugün gelinen noktada, artık o atak hızla ilerledi ve ülkenin idari yapısı hızlı bir dönüşüme uğradı. Ve en son sıra toplumsal yapıyı değiştirmeye geldi. İşte kürtajın yasaklanıyor oluşu, işin sezaryene kadar varması, 4+4+4’le eğitim sisteminin tamamen değiştirilmesi, normal okulların imam hatiplere dönüştürülmesi, türbanın artık ilköğretimde bile serbest bırakılmasının konuşulması maratonda sona yaklaşıldığını gösteriyor. Benim yazılarım hep gündemdeki olaylardan oluştuğu için bu maratonu, adım adım Türkiye’nin dönüşüm sürecini anlatıyorum bu kitapta. O yüzden kitabın ismi ‘Maratonda sona doğru.’
Şu anda bir iktidar-cemaat kamplaşması var!
- Financial Times’da yayınlanan bir haberde, bugün Başbakan Erdoğan’ın karşısındaki esas zorluğun pek çok devlet kurumunda örgütlü Fethullah Gülen Cemaati olduğu öne sürülüyor...
Tabii ben bunu 7-8 yıl önce fark etmişken, yerli ve yabancı kamuoyu bugün daha yeni rahatsız olmaya başlıyor. Ama benim gördüğümü başkasının görmediği düşüncesinde değilim. O çok büyük bir yanılgı olur. Aslında çok insan gördü. Bugün de Financial Times gördü. Aydın olan hiç kimsenin bunları görmemesi mümkün değil. Ama bir söyleyerek kötü olmak istemediler, iki korktular, üç beslendiler ve o yüzden sustular. Ne zamanki bugün artık bazı şeylerin geriye dönüş olmadan elden gitmeye başladığını fark ettiler, ağız değiştiriyorlar. Ve bu ağız değiştirmelerinde de samimi olduklarını düşünmüyorum ne yazık ki!
- Nasıl?
Yine belli çevrelere yaranmak için böyle yapıyorlar. Şu anda bir iktidar-cemaat kamplaşması var. İkisi arasında tercih yaparak tavır belirliyorlar. O yüzden bugün iktidara yönelttikleri eleştirilerini, bu dönüşümlerini bile samimi bulmuyorum. Umarım, yanılırım. Umarım, onlar samimi olarak dönmüşlerdir bu kez. Ama eğer iktidarla cemaat arasında soğuk rüzgârlar esmeseydi bu kadar bile eleştiri getirmeyeceklerdi. İşte bu beni kahrediyor. En büyük ihanet, aydın ihanetidir. Ben Türk aydınının bir bölümünün son 10 yılda takındığı tavrı ihanet olarak görüyorum. -BİTTİ-
|