Muhafazakârın intikamı olmaz”, diyor İskender Pala, Ezgi Başaran’ın Pazartesi söyleşisinde (Radikal, 16 Nisan). ‘İrticacı’ diye ordudan atılan yazar İ. Pala, ekliyor: “Çevik Bir’i öyle görünce, ‘Oh olsun’ diyemiyorum… Bizim gibi muhafazakâr insanlarda intikam duygusu yoktur.”
“Muhafazakâr ahlak” üzerine…
Acaba, konuya İ. Pala gibi yaklaşan ne kadar muhafazakâr var? Ç. Bir’in gözaltına alınması anından itibaren sarf edilen sözler ve sergilenen davranışlar, bizde “muhafazakâr ahlâk” nedir? sorusunu ve bunun “demokrasi” ile ilişkisini yeniden gündeme taşıdı .
Önce, Başbakan, 12 Eylül oylaması sonucu yürürlüğe giren anayasa değişikliği ile açıklamaya çalıştı konuyu. Sonra, birçok Bakan’ın demeci geldi ardı ardına. Bir anda, Hükümet, bu konuya kilitleniverdi… Sanki, Anayasa’da “mahkemelerin bağımsızlığı”na ilişkin md. 138 vb. düzenlemeler yürürlükte değil.
“Bu bir intikam değildir” şeklindeki yapılan açıklamalar, inandırıcı olmaktan uzak.
Bu arada, “Kutlu doğum Haftası” gibi vesilelerle, Hükümet, Anamuhalefet Partisi’ni “dinsel alan”a çekmeyi başardı. Böylece, “uhrevî alan”, gündemin ilk sıralarını kaplar hale geldi. Bu açıdan, 28 Şubat rövanşı, lâiklik-dinsellik bağlamına oturtulmuş oldu. ( “2012: Anayasa yılı mı, Kuran yılı mı?” sorusu, ne yazık ki, giderek haklılık kazanıyor…)
Ç. Bir’in gözaltına alınma ve tutuklanma sürecinde şöyle bir hava estirildi: Bir, sanki U. Bin Ladin gibi kaçak ve aranan bir kişiydi de, nihayet 15 yıl sonra yakalandı, şimdi bunun bayramı yapılıyordu…
Ben, tıpkı 8 yıllık kesintisiz eğitimden dönüş vesilesiyle sorduğum gibi, “on yıldır neredeydiniz?” diye sormazlık edemedim. Çünkü, mevzuat aynı… Fakat, yanıt en üst düzeyden geldi: “sabrettik, sabrettik…”. Yani, “en güçlü anımızı bekledik”…
Sonradan demokratlar…
“27 Nisan E-muhtırası” için kaç yıl daha bekleyeceğiz? Bu soru,“muhafazakâr ahlâk” ile “sonradan demokrat” sıfatını yan yana getiriyor.
Kuşkusuz, böyle bir demokratlık, ibreyi “iktidardan yana” olmaya çeviriyor. Bunun özeti şu: kim güçlü ise, ondan yana olmak.
Bu eğilim, üniversitelerde de geçerli. 12 Eylül sonrası YÖK dönemi üniversitelerinde, -ayrık durum ve dönemler dışında- “Türk-İslâm sentezi” yönetimde… Rektörlük-dekanlık-bölüm başkanlığı, “aynı çanakta” kotarılıyor. Mesela, dekan veya bölüm başkanı, makam tazminatı alır, ama vakıf üniversitesine derse koşar, kadrolu olduğu üniversitede ise, derslerine kürsü elemanlarını sokar; tersine, kadro, vakıf üniversitesine aldırmıştır, ama devlet üniversitesinde derse devam edilir… Kendi adamlarını atama işleminde, kurallara uyma zahmetine bile katlanmaz. “Milliyetçi-muhafazakâr ahlak” bu…
Hükümet müdahil olacak mı?
MGK kararları, başbakan ve bakanların katılımıyla birlikte alınmış. Ç. Bir, “ben MGK kararlarını uyguladım” diyor. Başbakan yardımcısı, ona, “hayır, sen MGK kararları dışında icraat yaptın” diyemiyor. “MGK kararları tavsiye niteliğinde idi…” yorumuyla, sivilleri sorumluluktan sıyırıp, her şeyi tek kişiye yüklemeye çalışıyor…
Böyle bir ortamda, sanık hakları, âdil yargılanma hakkı hak getire; yürütme, yargılama yapılmadan önce, çoktan “hüküm vermiş” bulunuyor.
Oysa, bugün yasama ve yürütme yetkisini paylaşanlar, 28 Şubat’taki “Hükümet-MGK” dışında değildi tamamen.
Demokrasi çıkar mı bu süreçten?
Nasıl ki “seçim”, demokrasinin en temel ve olmazsa olmaz, yani gerekli ama yeterli olmayan koşulu ise; askerin kışlada olması da, demokratik yönetimin gereği. Ne var ki, askerin siyaset dışında tutulması, demokrasi için yeterli değil.
Nitekim bugün, seçimle gelmiş bir yasama ve yürütme organı var; üstelik, yasama organının, 8 kez hiç kesinti olmadan seçimle belirlenmesi, tarihimizde bir ilk. Sivillerin, “yasama-yürütme-yargı-kolluk” güçleriyle, askeriye üzerinde sağladıkları hukukî ve fiilî üstünlük de, yine bir ilk.
Ne var ki, yaygın ve sistematik insan hakları ihlâlleri, dörtlü güç zincirinden kaynaklanıyor. “Düşünce suçlusu” yaratmak için kurulan sanık sandalyeleri, bunun en tipik örneği. Ahmet Şık, Nedim Şener, Ragıp Zarakolu serbest bırakıldığı için sevinilebilir mi? Tam tersine, sormak gerekir: “onlar neden özgürlüklerinden alıkonuldular?”. Büşra Ersanlı, Ayşe Berktay ve Zeynep Kuray ile konuşurken, hangi ideolojik eğilimden olursa olsun, demir parmaklıkların arkasındakiler için empati yapmaya çalıştım. Onlarca, yüzlerce kişi; “âdil yargılanma hakkı”ndan bile yararlanamıyor…
Sonuç olarak; dikkatleri sürekli geçmişe yönlendirenler, günümüz sorunlarını görmezlikten gelirlerse; iktidar olabilirler; ama geleceğin demokrasisini kuramazlar. Doğru, demokrasi, “sabır” gerektirir, ama saydamlık ve hukuku da
|