TEMBELLİĞİME diyecek yok doğrusu. Kaç yıl önce kalkıştığım ama sonra yarım bıraktığım 28 Şubat kitabını düşünüyorum sabahtan beri.
Malum, savcılık dün sabah itibarıyla düğmeye bastı, çok sayıda kişinin evinde aramalar yapıldı, çok sayıda insan da gözaltına alındı.
Savcının yürüttüğü soruşturmanın içeriğini tam olarak bilmiyoruz, o yüzden bu konuda konuşmak çok doğru olmaz. Ama 28 Şubat’ın ne olduğu ve ne olmadığıyla ilgili bir fikrimiz var.
Benimkisi fikirden de öte, dönemin aktörleriyle yapılmış pek çok görüşmeden süzülmüş bilgilerim de var. Bugün, madem gündeme yeniden geldi, size benim bildiğim kadarıyla 28 Şubat’ı anlatayım...
* * *
Biraz geri çekilip bir mesafeden baktığınızda 28 Şubat, öncelikle ülkeyi yönetmekte olan koalisyon hükümetinin psikolojik savaş yöntemleri kullanılarak Genelkurmay tarafından istifaya zorlanmasıdır. Bu istifanın gerçekleşmesinden sonra da, toplum mühendisliği yöntemlerinin uygulanmasıyla yeniden benzer bir hükümetin iktidara gelme ihtimalinin ortadan kaldırılmak istenmesidir 28 Şubat.
Hepimiz biliyoruz, bu işin birinci bölümü, yani hükümetin istifası başarıldı. Ama ikinci bölüm büyük bir başarısızlığa uğradı.
Hükümeti istifa ettirmek için uygulanan psikolojik savaş çok yönlüydü. Bir yandan ülke bir irtica paranoyasına itiliyor, bir yandan da silahlı kuvvetlerin her an darbe yapıp 12 Eylül’deki gibi parlamentoyu da kapatıp tamamen yönetime el koyabileceği izlenimi veriliyordu. Hatta, Genelkurmay tarafından hükümetin istifasından bir hafta kadar önce verilen son brifingde, ‘İrtica tehlikesine karşı gerekirse silah kullanılacağı’ açık açık söylendi.
Ben bugün bu darbe tehdidi meselesinin üzerinde durmak istiyorum. Çünkü aslında hükümetin istifasını sağlayan en önemli etken bu darbe tehdidiydi. (Ama unutmayalım, ‘İrtica geliyor, hatta geldi’ şeklindeki kara propaganda da darbe tehdidine güç veriyor, güncellik kazandırıyordu.)
Acaba darbe tehdidi ne kadar gerçekti ne kadar blöftü?
Bugünkü bilgilerimiz ışığında konuşacak olursak, silahlı kuvvetler içinde gerçekten de tam bir darbe yapılmasını, yönetime el konulmasını, kapsamlı tutuklamalar ve yargılamalar yapılmasını, ‘irticanın kökünün kazınmasını’ savunan güçlü bir akımın olduğunu söyleyebiliriz.
Ama bu akımdan daha kuvvetli bir başka akım vardı, hükümetin istifasını sağlamanın TSK içinde biriken gazı azaltacağına ve böylece tam darbe yapmadan bu işin atlatılacağına inanan. Sonunda da onlar kazandı, ülkenin (beğenin beğenmeyin) meşru hükümeti istifa etmek zorunda kaldı.
‘28 Şubat’ta tam darbe olmalı, irticanın kökü kazınana kadar da yönetim sivillere devredilmemeliydi’ diye düşünenlerin kalıntılarını daha sonraki yıllarda, adıyla söyleyelim 2003-2004 yıllarında bir başka meşru hükümete karşı darbe planlarken gördük.
28 Şubat’ın toplum mühendisliği
ÖNCE bir sahte korku yaratıldı: İrtica yükseliyordu.
Ardından bu korkunun alt bileşeni başka sahte korkular yaratıldı. Bunlard an birine göre, imam hatipler en büyük tehditti.
Peki ne yapılacaktı? ‘Bu Cumhuriyet sahipsiz değil’di!
Necmettin Erbakan’ın istifasının ardından Genelkurmay bünyesin de oluşturulan ‘Takip Kurulu’ 28 Şubat kararlarının tek tek uygulanmasını sağlamaya çalıştı. (Bu ‘Takip Kurulu’ düne kadar düzenli toplantılar yapıyor, kararlar alıyordu. Bugün, umarım, Başbakanlık bünyesinde böyle bir kurul yok!)
Bu kararlardan biri, 8 yıllık kesintisiz eğitimdi. Toplamda öğrencilerin yüzde 2.8’inin devam ettiği imam hatiplerin ortaokul bölümlerini kapatabilmek uğruna koca bir eğitim sistemi alt üst edildi, bir sürü bina ve derslik boş kalırken onların yerine bir sürü bina ve derslik yapıldı. Müthiş bir kaynak ısrafı.
Bir başkası, Kuran kurslarına gitme yaşının yükseltilmesi ve bu kurslara gidişin kısıtlanmasıydı. Tek bir kişi bile, ‘Yahu kaç kişiden söz ediyoruz’ diye sormadı. Onun yerine ‘Bu devlet dine karşı’ imajının pekişmesine yol açıldı.
Devlet memurları için cadı avı başlatıldı. Binlerce memur, belki sırf eşinin başı kapalı diye pasif görevlere alındı.
Ama bugün geldiğimiz noktada, 28 Şubat’ın bu toplum mühendisliği çalışmasının müthiş bir başarısızlığa uğradığını görüyoruz. Son olarak 8 yıllık kesintisiz eğitim de tepkisel bir yasayla ortadan kaldırıldı ve eğitim sisteminde başladığımız noktanın bile gerisine düşme tehlikesi birara baş gösterdi.
Son dokuz yıldır 28 Şubat’ın kapattırdığı bir siyasi partinin önde gelen mensuplarınca kurulmuş bir parti tek başına iktidar. Ve en önemlisi, 28 Şubat bir biçimde yargı önünde hesap verecek.
28 Şubat’ın hesabını görmekte kaçan fırsat
ASLINDA Türkiye’de sivil siyaset biraz da ‘demokrat’ olsaydı, 28 Şubat ile hesaplaşma işi bugüne kalmaz, daha yıl 1997 iken ‘bin yıl sürecek’ 28 Şubat sona ermeye başlayabilirdi.
Necmettin Erbakan’ın istifasının ardından Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, ANAP lideri Mesut Yılmaz’ın kabinesini onayladığında ona üç tane mektup verdi.
Bu mektuplardan biri hiç kamuoyuna açıklanmadı. O mektupta Demirel, hükümetten ‘ülkede normalleşmeyi sağlamasını’ istiyordu.
Normalleşme, yani genel seçimlere gidilmesi ve ülke siyaseti üzerindeki asker gölgesinin kaldırılması.
Tuhaftır, aynı şeyi çok isteyen ve bunu da defalarca dile getirenlerden biri zamanın CHP lideri Deniz Baykal’dı. ‘Bir an önce seçim yapalım’ diyordu Baykal da.
Ama Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit seçimi geciktirdiler, onun yerine ‘icraat’ yaparak iz bırakabileceklerini ve seçimdeki şanslarını daha da artırabileceklerini düşündüler.
Sonunda Mesut Yılmaz hükümeti Türkbank yolsuzluğu yüzünden gensoruyla düşürüldü, ülkeyi 1999’da seçime Bülent Ecevit’in azınlık hükümeti götürdü.
Oysa 1997 son baharında seçim yapılabilseydi, yeni parlamento ve hükümet daha az asker gölgesinde kalabilir, 28 Şubat ile hesaplaşma ve ‘normalleşme’ daha erken sağlanabilirdi.
Askerin rejim üzerindeki gölgesinin kalkması anlamında ‘normalleşme’ için taa 2007 sonunu beklememiz gerekmezdi.
|