BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ SOSYOLOJİ BÖLÜMÜ ÖĞRETİM ÜYESİ PROF. FARUK BİRTEK:
AKP, “Kimsenin hayat tarzına karışmayız” diyordu, karışmıyordu. Şimdi karışmaya başladı... Bugün kadının nasıl doğum yapacağına karışırsan, yarın başına da karışırsın. Ve bir kulp bulursun! Dersin ki; ‘Bunlar kışın grip oluyor, bunun devletimize maliyeti oluyor! En iyisi mi başlarını örtsünler!
Türkiye’de, Sovyet Rusya’da olandan bile radikal bir dönüşüm yaşanıyor. Özele karışılıyor. Türkiye, Çin ve İran’dan sonra en çok elektronik sansürün uygulandığı ülke... Hapiste dava görmemiş en çok tutuklunun bulunduğu, iptidai zindanlarda çürüyen insanı olan ülke...
Türbanlılar ne yapsın, babaanneleri gibi evde oturup kestane mi pişirsin” diye sormuştu türbanlıları dışlayanlara... Onlar da üniversitede okuyabilsinler, sosyal hayata katılabilsinler diye... AK Parti’ye topyekûn karşı çıkanlar, sinirlenmişti ona... Oysa dünyaca ünlü sosyolog Prof. Faruk Birtek’in desteği iktidara değil, onun demokratik açılımlarına, yenilikçi bakış açısınaydı...
Yıllar geçti, bir buçuk yıl önce bir gün röportaj için kapısını çaldım... Ama mesele bu kez farklıydı. Destek verdiği AKP iktidarında artan polis baskısıyla ilgiliydi soracaklarım. Hayal kırıklığı yüklü bir başlangıç yapmıştı o gün; “Ben bu ülkeye hizmet etmek istiyorum, ama benim karım başını örtmeyi reddetti. Bu sebeple benim Türkiye’de idari bir mevkide yerim olmasına imkan yok. İktidar ‘Başını Örtenler Kulübü’ haline geldi. Demokrat Parti döneminde bile hürriyetler vardı, insanların sesi çıkıyordu. Erdoğan’ın ilk senelerini çok beğendim, seçimi kazandığı günkü konuşması nefisti, birçok konuda onu destekledim. Ama son dönemdeki icraatları beni korkutuyor. Bilhassa beni rahatsız eden, polislerin yetkilerinin fevkalade artırılması... Açıkçası ben bu beyanatı verirken korkuyorum. Çünkü ne olacağını bilemiyorum!”
Bu sözleri sebebiyle Birtek’e bir şey olmadı, ancak pek çok kişi polisin ‘fevkalede yetkileri’nden nasibini aldı! Askerler, bilim insanları, gazeteciler ve tabii ki her zamanki gibi öğrenciler!.. Hâlâ da sürüyor, öyle ki futbola bile yansıdı artık...
Tüm bunlar olup biterken, Türkiye’de başdöndürücü değişiklikler yaşanıyor. Ve çoğu da gündelik hayatı doğrudan etkileyecek türden! 4+4+4 egitim sistemi, sendikal haklara yönelik engellemeler ve tabii son olarak da kürtaj konusu... Halkın yüzde 50’sinin tüylerini diken diken eden, toplumdaki kutuplaşmayı derinleştiren yasalar çıkıyor birer birer...
İşte bu ortalığı toz duman eden değişiklikleri konuşmak için randevulaştım bu kez Birtek’le... Gördüm ki onun da tüyleri diken diken!.. Her zamanki gibi ironi yaparak “Korkuyorum” dese de tüm söylediklerinde gözünü budaktan sakınmadı! Zira bu kez demokrasi ve Türkiye’nin geleceği için her zamankinden çok korkuyordu!
Erdoğan hızla başkanlık sistemine doğru koşuyor
- Hocam, önce 4+4+4, sonra kürtaj meselesi, sonra Çamlıca’ya camii... Neler oluyor sizce? Her gün bir şeyler değişiyor ülkede...
Bence Erdoğan hızla başkanlık sistemine doğru koşuyor. Çünkü geçmişte bu kadar çok radikal siyasi karar alındığını hatırlamıyorum. Böyle radikal olarak her şeyin yeniden tanzim edilmesi herhalde bir Sovyet Devrimi’nden sonra oldu. Ben bu kadar yoğun, allak bullak eden bir gündem görmedim. Tabii bu toplumun bir kesimi için. Ona dikkat etmek lazım...
- Yani AKP’ye oy vermeyen yüzde 50 için allak bullak edici?
Evet. Bu radikal hareketlerle Türkiye tamamen ikiye bölünüyor. Bir taraf fevkalade etkileniyor, öbür taraf az etkileniyor. Ben fevkalade etkilenen taraftayım. 4+4+4 radikal bir değişimdir... Hepsi bir ayda oluyor. Aileleri 2-3 sene önceden hazırlamıyorlar. Tepeden iniyor. Bu kadar tepeden inmeci rejimi sultanlık dönemlerinde bile çok az görüyoruz. O zaman bile daha yavaş oluyor değişiklikler. Biraz daha süzgeçten geçiyor, daha danışılıyor, daha vezirlerin sözü geçiyor. Osmanlı’da kararlar pat diye alınmıyor, tartışılıyor. ‘Kubbealtı’ diye bir kurum var. Sadrazam ve diğer devlet görevlileri Topkapı Sarayı’ndaki Kubbealtı’nda devlet meselelerini görüşüp öyle karara bağlıyor. Yani Osmanlı tartışarak, pişirerek karar veriyor. Hiçbir zaman padişah, “Ben karar verdim oldu” demiyor. Bugün Türkiye padişahlık bile yaşamıyor. Tiranlık yaşıyor. Müslümanlığın kabul etmeyeceği bir firavun dönemi yaşıyor. Oysa Osmanlı’da Müslümanlığın çok önem verdiği, İslam medeniyetinin kaçınılmaz bir parçası olan, istişare etmek var, mesvere var. Müslümanlığın en mühim, en güzel tarafı bu; devamlı istişare ediyorsun. Ama şimdi bu kalmadı. Emir yukarıdan geliyor, mahiyet alkışlıyor! Üstelik o gün söylüyorlar mahiyettekilere, onlar da vatandaşla birlikte öğreniyorlar ve ayağa kalkıp alkışlıyorlar. Halbuki Müslümanlık böyle değil. Herhalde bir tek Muaviye döneminde böyle olmuştur. İşte bugün yine aynı şey oluyor. Tepeden bir karar iniyor, pat diye, o milletvekili olarak millete söz vermiş insanlar Meclis’te tartışmadan el kaldırıyorlar. 4+4+4 böyle oldu. Şimdi hep böyle oluyor.
- Kürtaj konusu da mı böyle olacak?
Tabii... Ondan önce mesela hava taşımacılığında grev hakkı kalkıyor. Bu bir tek faşist dünyada olmuştur. Kabul edilemez, ama ediliyor. Ortadaki üslup bu. Üçüncüsü, bugün gazetelerde gördüm, çok şaşırdım. Üniversite girişlerinde puantajı, imtihanlardan iki hafta önce değiştiriyorlar. Sistemi allak bullak ediyorlar. O kadar radikal bir değişiklik ki bu, okullar arasındaki farkı kaldırırken, başarısız okulların önce geçmesini sağlayacak bir yöntem getiriyor. İyi okullarda not kıt verilir, fena okullarda ise bol... İmam hatiplerde nasıl not verilir bilmem! Notların bol verildiği okulların mezunlarını öne çıkarıyor, iyi okul mezunlarını geride tutuyorlar. Bu değişikliğin anlamı, zayıf okulları öne çıkarıp iyi okulları geri tutmaktır. Sistemi ters yüz etmektir, gerisin geriye döndürmektir.
- Peki sizce bu niye yapılıyor?
Bu imam hatip okullarının üç sene içinde Türk eğitim sisteminin yüzde 30-35’ine hakim olması demektir. Bu tezgâh bir senede geldi. Nasıl geldi? Evvela bir karar aldılar. Hiç çaktırmadan karar alıyor YÖK. Diyor ki, “Arapça eğitimi, diğer dil eğitimlerinde olduğu gibi dil eğitimi veren fakültelerin mezunlarınca verilmeyecek!” Yani Fransızca’yı, Fransızca eğitimi veren eğitim fakülteleri mezunları öğretiyordu. Ama “Arapça’yı öyle yapmayacağız” diyorlar. Arapça’yı kim öğretecek peki? İlahiyat fakültesi mezunları öğretecek! Ve bu özel bir uygulama... Ondan sonra bir din dersi koyuyorlar. Diyorlar ki, “Seçmeli!” Ama öyle bir seçmeli ki çıkmak için imza vermen lazım. Tabii bir de mahallede, “Ben din dersi almıyorum, Hz. Muhammed’in hayatıyla da ilgilenmiyorum” demek hiç de kolay değil. Bunu da yapıyorlar. Ama bununla da kalmayacak.
- Neden?
Çünkü bir de diyorlar ki, “Bu dersleri açtık, bunlara hoca lazım.” Şimdi hiçbir öğretmen ataması yapılmıyor, hepsi sürünüyor, meydanlarda bağırıyor. Bu arada 10 bin öğretmen kadrosu açılıyor, hepsi ilahiyatçılara! Bunlar da giriyor mu liselere! İşte yakında ortaokul müdürleri buradan gelecek. Bütün bunları, müdürleri imam hatiplilerin arasından seçmek için yapıyorlar. Tamamen bir kadrolaşma var. İttihat Terakki döneminin başaramadığı kadrolaşmayı bugün AKP iktidarı yapmaktadır Türkiye’de. Ve kadrolaşmaktan başka bir amaç yok. Bizim insanlarımız iktidarda olacak, diğerleri iktidardan uzaklaştırılacak. Karısı başörtülü olmayan işe giremiyor bugün! Ben bunu söyledim. Karım başörtüsü takmıyor, hâlâ taktıramıyorum, baksana bodrum katında oturuyoruz. Ben şimdi iki kat yukarı çıkmak istemez miyim? Emekli olmuşum, memleketime hizmet etmişim, hâlâ hizmet etmek istiyorum, ama izin verin de iki kat yukarı çıkayım bu hizmeti ederken. Beni de THY İdari Heyeti’ne bir danışman olarak koymak gerekmez mi? Yok! Karım başını örtmüyor! Örtse, çıkacağız iki kat yukarı. Boş kat var, çıkamıyorum. Durum böyle Türkiye’de. Bu tabii hiciv, ne karım örtecek başını ne de ben iş arıyorum! İnsanları belli bir liyakat sistemi yerine, inanç sistemiyle ayrıştırıyorlar. Halbuki Sevgili ve Sayın Başbakan Mısır’a gittiğinde, “Laiklik devletin her dinle aynı mesafede olmasıdır” dedi. Tabii ki bu yeterli değil. Laikliğin özü, din ve devletin işini ayırmak. Bunun neticesi olarak her dinle aynı mesafede olmak.
Mesela seçmeli ders Müslümanlık ile ilgili şöyle bir durum var; başka dinlerin böyle bir ders için Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin almaları gerekiyor. Bu Milli Eğitim Bakanlığı ki azınlık okullarını hep baskı altında tutmuş... Başbakan da her dinle aynı mesafede değil; Müslümanlarla yakın. Benim gibi Müslümanlığı uzaktan yaşayan insanlara uzak ve ben dışlanıyorum. Nasıl olacak bu cumhuriyet ben anlamıyorum?
Evde eğitim olmaz, yakında özel medreseler açılacak!
- Cumhuriyetin bu şekilde güçleneceğini düşünenler de var...
Şimdi 4+4+4’le ne yapıyorlar? Türkiye’de bütün orta meslek okulları kapanıyor. İki tür kanal kalıyor. Bir lise var; bir de imam hatip okulları. Eğer imam hatip okullarının kuruluş amaçları, Türkiye’de imam ve hatip gereğini mesleki olarak yerine getirmekse, diğer meslek okulları niye yok? Demek eğitimin iki yolu var; biri bildiğimiz, alışageldiğimiz lise, öbürü imam hatip. Diğerleri yok? Eğer söz konusu olan meslek eğitimi ise diğerleri niye yok? Eğer imam hatipler meslek eğitimi için değilse, o zaman Türkiye’de iki tür lise ortaya çıkıyor. Dini eğitimi yoğun olan liseler ve dini eğitimi az yoğun olan liseler! Bu yapılanın meslekle alakası yok. Eğer meslekle alakası varsa, teknik liseler niye yok? Son bir şey daha var; evlerde eğitim. Böyle bir şey olamaz. Yarın öbür gün bu çocukları ana baba nasıl eğitecek? Özel medreseler kurulacak. Çocuklar bir araya toplanacak.
Korkarım bugün kadının nasıl doğum yapacağına karışan yarın başına da karışır
- Bu gidişle özel medreseler kurulacak diyorsunuz. Nasıl?
Kimin becerisi var çocuğunu eğitmeye, kimin yeteneği, kimin sabrı var? Böyle bir şey olamaz. Ne yapacaklar? Bunun için ihtiyaç doğacak, medresede çocukları eğitecekler. Dolayısıyla Türkiye’de bundan 3 sene sonra orta eğitimin yüzde 30 ila 35’inin imam hatip liselerinde yapıldığını göreceğiz. İnşallah yanılıyorum ama verilerin, gidişatın ve yapının bana öngördüğü bu. Çünkü öbürlerinin önünü tıkıyorsun, imam hatipi cazip hale getiriyorsun. İlahiyatçıları orta eğitimin içine sokuyorsun, onlara yetki veriyorsun, onları yükseltiyorsun. Ama ben hâlâ bodrum katındayım, ben de üst kata çıkmak istiyorum! Olmuyor, çünkü bana dur diyorsun. Onları çıkarıyorsun...
- Muhafazakâr bir damar da var Türkiye’de tabii... AK Parti onların isteklerini yerine getiriyor...
Yerine getiriyor ama fazlasıyla bu kesimi büyütmeye çalışıyor. İktidar yakınlığıyla bir dindar militanlığı yaratıyor. Mesele şu; siyaset demek normal akışında cereyan etmeyen bir olayın başka türlü cereyan etmesini sağlayacak gücü vermek demektir. Bugünkü iktidar yoğun siyaset yapıyor. Bugünkü iktidar Türkiye’nin yörüngesini tamamen değiştirmiş durumda. Dış politikada, iç politikada, hukuk sisteminde siyasi sistemi değiştirmiş durumda. Türkiye bugün bir devrim yaşıyor.
- Bu devrimin adını nasıl koyacağız?
Bu muhafazakâr bir devrim. Bu dünyanın aksine tersine gitmektir. Asyalaşmaktır. Halbuki benim tarihim Osmanlı’dan başlayarak Batı’ya yönelmektir. Fatih Sultan Mehmet’ten beri biz Batı’ya gidiyoruz, biz Batılı’yız. Bugünse geriye gidiyoruz. Türkiye saatini değiştiriyor biliyorsunuz. Saatleri tek saate indirecekler.
- Evet, yaz saati uygulaması 28 Ekim 2012’de saatlerin bir saat geri alınmasıyla sona erecek. Bu son değişiklik sonrası Türkiye’de artık tek saat uygulamasına geçilmiş olacak...
Türkiye’nin saati değiştiği zaman o saatin meridyeni nerede olacak biliyor musunuz? Şimdi İzmit civarında. Nereye gidecek biliyor musunuz? Iğdır’a! Türkiye’nin zaman merkezini Iğdır’a koyuyorlar. Iğdır çok güzel bir yer tamam ama Türkiye’nin tek merkezi olacak yer değil. Bütün Türkiye, Iğdır saatine tabi olacak. Iğdır saati dünyayla da ilişkili. Londra ile aramızdaki fark 3 saate çıkıyor. Avrupa ile 2 saate çıkıyor. Nereyle uyum sağlıyor? İran ve Suudi Arabistan’la! Yani ben en kolay kiminle iletişim kuracağım? Suudi Arabistan ve İran’la! En zor nereyle kuracağım? İngiltere’yle! Saatler tutmayacak. Demek ki kültürel yaşamımdaki davranışım ve akışım Suudi Arabistan’a, İran’a uygun olacak, Avrupa’dan kopacak...
- Bir ara “Türkiye, Malezya mı, İran mı oluyor?” diye çok tartışıyorduk.
Vallahi ben bunları bilmiyorum.
Bugünkü Müslümanlar bin lokma bin hırka istiyor!
- Türkiye’de muhafazakâr bir devrim yaşanıyor dediniz ama...
Türkiye’de muhafazakâr İslami bir devrim var üstelik. Muhafazakârlık değil sadece... İslami bir devrim bu. Kadroları İslami. Ama ne yazık ki, bunlar hakiki Müslüman da değil. Müslümanlık dünyanın en güzel dini. Neden biliyor musun? En mütevazı dini. En fakirin yanında olan dini... En aza, en Sufiliğe yakın dini... İçinden yaşadığın bir din, gösterişten kaçan bir din... Hazreti Peygamber’in hayatından aldığımız mesajlar ne? Tevazu, misafirperverlik, bir lokma bir hırka... Ama bugünkü Müslümanlık hiç de öyle yaşamıyor. Bugünkü Müslümanlar bin hırka bin lokma istiyor! Toplum lokmayı hırkayı bulamıyor! O yüzden ben buna hakiki Müslümanlık değil diyorum. Müslümanlık gösterişiyle yapılan başka bir olay var Türkiye’de.
- Bu yıl Taksim’deki 1 Mayıs kutlamalarına “Mülk Allah’ındır!” diye slogan atan Anti-Kapitalist Müslüman Gençler de katıldı biliyorsunuz. Müslümanlar arasında da bir ayrışma başladı aslında...
Evet. Anladığım kadarıyla onların içinde Ali Bulaç ve arkadaşları da var. Ben hatta Fethullah Gülen’in de bu durumu yadırgadığını düşünüyorum. Çünkü Fethullah Gülen’in de bana fevkalade cazip gelen bir tavrı var.
- Daha sade bir hayatı var...
Evet... O yüzden ona Gandi dedim. Gandi lafını biliyorsun ilk sana ben söyledim, her tarafta tuttu. Şimdi Amerikalılar da “Gandi” diyor. New York Times mesela... Çünkü fevkalade sade, mütevazı bir tavrı var, fevkalede cazip bir kişiliği var, ben hakikaten hayranım kendisine, hissiyat olarak yakınım. Ama büyük bir hatası var; onu da söylemeden geçemeyeceğim, müritleri kendisinden çok uzak.
- Nasıl?
Fethullah Gülen’in yakınları ona çok uzak. Ne yazık ki onun uzakları da ona yakın. Benim gibi! Ama ben onun müridi değilim. Ona yakın olanlar ne yazık ki gaddar bir kesimi oluşturuyor. Bugün Emniyet Teşkilatı rivayeten Fethullah Gülen’in etkisi altında; ben polisi bu kadar şiddet içinde görmedim. Ellerine mikrofon verdiğin vakit, sanki Nazi Almanyası’nın 1936’sını yaşıyor gibi hissediyorum. Fethullah Gülen’in onlara hakim olması, etkilediği kesimi kendisine benzetebilmesi lazım. Yapamıyor, kopmuş... Ne yazık ki o da farkında değilmiş gibi görünüyor bana... Kolay değil Amerika’dan idare etmek. Bunlar çok acı şeyler.
- Peki ya hocam hayat tarzı? Kürtaj ve sezaryen tartışmaları...
Eskiden diyordu ki AKP, “Biz kimsenin başörtüsüne karışmayız. Herkes istediği hayat tarzını yaşayacaktır.” Bugün karışmaya başladılar. Yarın başörtüsüne de karışabilirler. Sen kadının nasıl doğum yapacağına karışırsan, yarın başına da karışırsın. Ve bir kulp bulursun, dersin ki, “Bunlar kışın grip oluyor, bunun devletimize maliyeti oluyor. İyisi mi başlarını örtsünler!” Aynı şimdi kürtaj ve sezaryende olduğu gibi... En tehlikeli despotluk özele karışma. Ondan başörtülü kızlarımıza sahip çıkmıştım bir hayli risk alarak, şimdi kadının mahremiyetine sahip çıktığım gibi...
Sağlık Bakanı diyor ki, 4 haftaya kadar olacak kürtaj izni. Yahu 4 haftaya kadar ceninin olup olmadığı bile bilinmiyormuş. Ben bilmem, kadın değilim, öyle söylüyorlar. Bir kadın dört hafta içinde hamile olduğunu bilmiyor, öyleyse nasıl kürtaj olacak? Sağlık Bakanı da ceninin ne zaman oluştuğunu bilmiyor. Bilseydi, 4 hafta olsun diyebilir miydi! Ben hamile kalmadım, bana eşim öyle dedi. “Biz dört haftadan önce bilemeyiz hamile miyiz, değil miyiz?” dedi. Peki nasıl olacaklar kürtaj dört hafta içinde? Bilmeden mi olacaklar? Sonra sezaryene ne karışıyorsun ya! İstemiyor kadın, “Ben doğumu böyle yapacağım. Ben Sezar’ın annesi gibi yapacağım” diyor. Sezaryen ismi de oradan geliyor. “Ben Roma İmparatorluğu’ndaki gibi yapacağım” diyor. Sana ne! Başladılar karışmaya. Beş sene önce karışmıyorlardı... Bence bir başkanlık seçim kampanyası başlamış durumda. Kolay gelsin Türkiye!
YARIN: Türkiye’yi bu gidişten kim kurtaracak? Çamlıca’ya cami yapmak, plastik otomobille dolaşmaya benziyor. Neden?
|