Bundan tam 17 yıl önce, 31 Mart’ı 1 Nisan’a bağlayan gece, meslektaşım Fatih Sarıbaş’la birlikte, Cizre-Nusaybin karayolunda PKK’lılar tarafından silah zoruyla kaçırıldık. O gece kuzeydeki Bagok Platosu’na tırmanışla başlayan tehlike ve gerilim dolu esaretimiz, Cehennem Deresi’nden sonra Gabar’da devam etti ve dağın güneydoğu yamacında serbest bırakılmamıza kadar 26 gün sürdü.
Ben o zamanlar AFP muhabiriydim, Fatih de Reuters’ın foto muhabiri... TSK’nın sınır ötesinde düzenlediği “Çelik Harekâtı”nı izlemek için geçtiğimiz kuzey Irak’tan Diyarbakır’a dönüyorduk.
Bu zoraki maceranın başladığı günün her yıldönümünü kendi içimde sessizce anarım. Yoğunlaşır, başımızdan geçen bu olayı ve bunun müsebbibi olan asıl büyük sorunu her zamankinden daha fazla düşünürüm.
Sonra bizi alıkoyan o PKK’lıları, dağdakileri...
O PKK’lıların silahlanıp dağa çıkmış olmalarından ötürü, onların peşinden dağa gidenleri de düşünürüm. Yani, dağda hiç yüz yüze gelmesek de 26 gün boyunca çevremizdeki varlıklarını bize hissettirmiş olan o askerleri, korucuları...
Oraya ait oldukları halde o sırada varlıklarını bile hissettiremeyenler aklıma gelir sonra. Gördüğüm nice hayalet köyde bir zamanlar yaşamış olup da bizim oralara uğratılmamızın hani neredeyse hemen öncesinde yurtlarından şehirlere kovulmuş insanlar.
Bu şahsi yıldönümünde farklı davranıp aklıma düşenleri paylaşmak istiyorum.
Zaten soruyorlar; hâlâ merak ediyorlar. 1995’te, 17 yıl önce başımızdan geçenleri, sanki daha dün yaşamışız gibi öğrenmek istiyorlar. Bugünün bazı hallerini bilmek ve anlamak için... Çünkü Allah kahretsin, değişen bir şey yok.
Dağdaki kanlı hikâye, insanlar öldürüldükçe canlı kalıyor; kendisini her gün tekrar ederek...
Bu uğursuz hikâye ölümlerle yaşadığına göre, Fatih’le benim başımdan geçen hikâyenin dağdakileri de öldürülmüş olmalıdırlar. Öldürülmemişlerse, yaralanmış, sakat kalmış, hastalanmış, sağ ele geçirilmiş, işkence görmüş, uzun yıllar hapis yatmış, örgütten kaçmış, itirafçı olmuşlardır. Bazılarına da hiçbir şey olmamıştır.
Dağdakilerin başlarına bunlar gelirken, onlar da mutlaka askerleri, korucuları, köylüleri öldürmüş, eziyet etmiş, yaralamış, sakat bırakmışlardır.
Bu arada o dağdakilerden boşalan yeri, yenileri dolduruyor. Onlar da başkalarının ve kendilerinin kanlarını dökmeye devam ediyorlar. 30 yıldır değişmeden süren de işte bu.
Nesiller gelip geçiyor.
Bundan tam 17 yıl önce Cizre-Nusaybin yolunda üzerimize kalaşnikoflarını doğrultan küçük genç kızlar muhtemelen PKK’nın kurulduğu yıllarda doğmuşlardı. Bugün dağda olan Kürt gençleri de bizim kaçırıldığımız 90’lı yıllarda dünyaya geldiler.
O günlerde Bagok, Cehennem Deresi ve Gabar’daki silahlı ve yasadışı Kürt gençleri, sanılmasın ki küçük kazanımlar uğruna ölmeyi ve öldürmeyi göze almışlardı. Ödemeye razı oldukları maksimum bedel, yani hayatları karşılığında azamisini istiyorlardı. “Kürt kimliğine eşit statü tanınması”, bu maksimumun alt sınırıydı. Bugün de öyledir.
“Dağdakiler”, siyasallaşmış bir Kürt kimliğinin inşasında, bunu tanımlamak bakımından merkezi bir öğe olarak sabitlenmişlerdir. Barışçı, demokratik ya da siyasi, adına ne derseniz deyin, Kürt sorununa silahsız bir çözümü gözeten herhangi bir süreçte Kürt hareketinin “silahsızlanması”, yani dağdakilerin düze inmesi, bu Kürt kimliği ile yüzleşmeyi ıskalayan herhangi bir “genel af” yaklaşımı ile sağlanamayacaktır.
Hikâye aynı ve bu hakikatler baki... Ama çağ değiştirdik bu arada.
17 yıl önce dağda yanımda “çağrı cihazı” vardı. Şimdi 17 yaşındaki bir çocuğa sorsanız ne olduğunu bilmez. “Cep bilgisayarı” (organizer) için de öyledir... Fihrist, saat ve ajanda niyetine kullanılan, azami 128 kb kapasiteli bir alet idi. Şimdi hatırlayan var mı?
Dağdakilerden biri maaşımı merak etmiş, ben de “50 milyon” demiştim. Bugün kime ne ifade ediyor?
Bölgenin topografyası bile değiştirilmek üzere. Cehennem Deresi denen o büyüleyici doğa parçası yakında Ilısu Barajı’nın suları altında kalacak.
O bölgenin vaziyeti hep aynı kalsın, hiç değişmesin diye yaşatılan kanlı hikâyeler her gün kendini tekrar ettikçe, bugüne dair soruların cevaplarını yıllar önce yaşadıklarımda arayanlara başımdan geçenleri o gün bu gündür biteviye anlatmaktan artık yorulduğumu hissediyorum. Oysa tersi olmalıydı, 1995’teki o hadise tıpkı çağrı cihazı gibi unutulmalıydı
|