Said Nursî, geçtiğimiz yüz yılın en özgün mütefekkir ve âlimlerinden birisiydi. O, Müslümanları müşkül duruma düşürebilecek bir hareketin içinde yer almadı ama otoriteyle de başı hiçbir zaman hoş olmadı.
Örneğin ilk gençliğinde hocalarıyla yaşadığı bazı anlaşmazlıklar sonucu medrese eğitimi sırasında sık sık yer değiştirmişti. Tarihçe-i Hayat'ta izzetine çok önem verdiğini ve âmirane söylenen en küçük bir söze bile tahammül edemediğini belirtmişti.
II. Abdulhamit'ten \'Medrese'tüz Zehra\' için ödenek ayrılmasını istemeye geldiği İstanbul'da, selamlık törenine yöresel kıyafetleri, sarığı ve hançeriyle katılmakta ısrar ettiği için akıl hastanesine bile kapatılmıştı. Divâne olarak görülmesinin sebebinin Kürt kıyafetleri giymesi, kaba saba davranması, Ulema'ya meydan okuması ve her dâim hiddet etmesi olduğu söyleniyordu. Orada yaşadıklarını \'Divanı Harbi Örfî\' kitabında şöyle nakleder:
\'Benim gibi asabi bir adamın telaş ve hiddet etmesi zaruridir. Özellikle bir yüce fikri, on beş sene zihninde taşıyan ve bu kadar yakınlaşan bir insan kendini tehlikede görse ve o fikrin gerçekleştiğini görmekten mahrum kalsa, nasıl hiddet etmesin?\'
II. Meşrutiyet yaklaşırken, yıllardır taşıyageldiği bazı fikirlerinin yavaş yavaş karşılık bulduğunun anlaşılmasıyla akıl hastanesinden bu sefer de hapishaneye gönderilir. Asıl hastalığın zihninde değil de İmparatorluk'un başkentinde olduğuna hükmeden Nursi, vaziyeti Nutuk'ta şöyle anlatır:
\'Ben Kürdistan dağlarında büyümüştüm. Merkezî Hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Dersaadet'e geldim, gördüm ki İstanbul korku ve nefret sebebiyle medeni libasını giymiş vahşi bir adama benzerdi. Kürdistan'daki fenalığın sebebini Kürdistan uzvunun hastalığı zannediyordum. Vakıa ki hasta olan İstanbul'u gördüm, nabzını tuttum ve anladım ki kalpteki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavisine çalıştım, divânelikle taltif edildim.\'
Kendisine teklif edilen maaşı ve yolluğu reddeden Nursî, memleketine dönmez. II. Meşrutiyet'e ulemanın önemli bir kısmı \'Şeriata aykırıdır\' diyerek karşı çıkarken, Nursî açık destek vermekten çekinmemiştir. Sultanahmet'ten Selanik'e kadar pek çok yerde \'Ey Hürriyeti Şer'i\' diyerek başlayan o meşhur konuşmasını yapıp istibdada karşı durmak gereğini anlatmıştır. Kürdistan vilayetlerindeki aşiretlere telgraflar çekip \'Meşrutiyet ve Kanunî Esasî işittiğiniz meseleyse hakiki adalet ve meşvereti şeriyeden ibaretler. Hüsnü telakki ediniz\' demiştir.
1909'da Van'da bulunduğu sırada, halka meşrutiyeti anlatırken, sadece İslâm birliğini değil, Ermenilerle ittifak etmenin memleketin saadeti için gerekli olduğunu savunmuştur. 1911'deki Münazarat kitabında bu düşüncesini şöyle ifade eder:
\'Onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar. İlerleme tohumlarını topladılar, vatanımıza ekecekler. Siz hâlâ uykudasınız. Onları ancak, onların sizi mağlup ettiği silahla mağlup edebilirsiniz. Yani akıl ile, milliyet fikriyle, ilerleme meyiliyle, adalet temayülüyle...\'
Ancak ne zaman ki Rus desteğiyle işgal başladı, Üstad Ermeni çetelerle savaşan milislere komutanlık edenlerden birisi olmaktan da geri durmadı. Hep vurguladığı prensibinden savaş zamanı da vazgeçmeyecekti: \'Kadın ve çocuklara dokunmak caiz değildir...\' Bu uğurda büyük sıkıntılar çekti, esir düştü ama acısını izzetiyle beraber taşımayı bildi.
Bediüzzaman için \'milliyet\' fikri, bir kavmin benliğini muhafazasıyla ilişkiliydi. Fakat, milliyetçiliği İslâm birliğinin önüne koyan Kürtlere yönelik Sebil'ür Reşâd'da kaleme aldığı uyarı yazısının bir kısmında şöyle diyordu:
\'Kürdistan'a verilecek muhtariyetten (özerklik) bahsediliyor. Kürtler, ecnebi himâyesindeki bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Eğer Kürtlerin serbestçe gelişmesini düşünmek lazım gelirse, bunu Boğos Nubar ile Şerif Paşa* değil, Devleti Âliye düşünür. Hülasa, Kürtler bu hususta kimsenin aracılık ve müdahalesine muhtaç değildir.\'
Millî Mücadele zamanında, işgalci kuvvetlere direniş aleyhinde pek çok fetva yayınlanıp, savaşan kuvvetler \'dinsiz\' ilan edilirken Nursî, \'Hutuvat-ı Sitte\' adlı bildiride Millî Mücadele'yi İslâm'ın hizmetindeki bir cihad hareketi olarak tanımlayıp, mevzubahis fetvanın ilmen geçersiz olduğunu belirtmekten geri durmadı:
\'Burada hâkim olan kuvvet, ecnebiye lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük. Mukaddes camilerde gavurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevazı katline fetva verdirildi. Şimdi bazı gerçekler çarpıtılmaktadır. Zıt kavramlar yer değiştirmişlerdir. Zulme adalet, cihada isyan, esareteyse hürriyet adı veriliyor. Ben kendi elemlerime tahammül ettim. Fakat İslâm'ın elemlerinden gelen üzüntüler beni ezdi. Âlemi İslâm'a gelen her bir darbenin en evvel kalbime indirildiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım. Fakat bir ışık görüyorum ki o elemleri unutturacak inşallah.\'
Tek Parti rejimi kurulduktan sonra da muhalif duruşundan milim geri adım atmadı Üstad; \'Bu sarık ancak bu başla beraber gider\' sözü hâlâ kulaklarımızda çınlamıyor mu? Meclis'e sunduğu on maddelik manifestoda \'Türkiye'nin şekillenmesinde mânevî dinamiklerin ihmal edilmemesi gerektiği\' ibaresi yer aldığı için, kurulmasına önderlik ettiği rejimin düşmanı olarak daha o zamandan yaftalandı. Ancak muhalefetin muhtevası, yeni rejimle beraber değişmişti. Yeni rejim, \'Yeni Said\' dönemini gerekli kıldı. Siyasî ve hukukî bütün yolları kesen yeni yönetimde söz sahibi olan artık \'dış güçler\' de değildi. Tamamen madun kılınmış Müslümanlar için mücadele artık fikrîyat üzerinden, gönüller fethederek yürütülmeliydi.
Üstad'ın açtığı yoldan gönüller fethedildi, fethediliyor. Allah, bir gün bile kendi nefsi için bir şey istememiş; hapislere, sürgünlere, suikast teşebbüslerine rağmen kıyamdaki duruşunu bir an bile bozmamış ve sadece \'Davam!\' diyerek namerde minnet etmemiş bu büyük âlimin yolundan gitmeyi ve O'ndan istifade etmeyi nasip etsin. Âmin, âmin, âmin...
* Bazı alıntılar, Yusuf Kenan Beysülen'in ve Cemalettin Canlı'nın hazırladığı \'Yolcu\' belgeselinden alınmıştır.
** Paris Barış Konferansı'nda, 1919 yılı Ocak ayında, Osmanlı delegelerinden Ermeni Boğos Nubar Paşa ile Kürt Şerif Paşa bağımsız bir Ermeni ve Kürt devleti konusunda anlaşmışlardı.
|