Ağabeyimi kaybettiğimde altı yaşındaydım. Bir yıl boyunca düşüp düşüp bayılmışım. Ağzımın içinde çıbanlar çıkmış, doktorlar ölüm acısını o yaşta bir çocuğun bu kadar ağır yaşamasına hayret etmişlerdi. Evet, çok ağırdı. “Ölüm”ü elbette tanımlayamazdım ama başına çok kötü bir şey geldiğini ve onu bir daha göremeyeceğimi biliyordum.
O benim yarı ebeveynimdi. Akşamları onun gelişini sabırsızlıkla beklerdim. Ve bir gün, bir daha asla gelemeyeceği bir yere gitti.
O, babasının tabutuna koşan küçük kızın ne yaşadığını biliyorum. Ona, o acıyı hiçbir şey unutturamaz. Ne ‘şehitlik’ payesi, ne şehitlik tazminatları. Birkaç yıl sonra o da soracak aynı soruyu: “Babam neden Afganistan’a gitti?”
“Vatan borcun ödemek için” askere gidip tabutta gelen Eren Özel’in cesedine sarılan bir anneyi ‘şehitlik’ mertebesi mi avutacak? “Alevisin, Kürtsün, solcusun, vururlar seni oğlum, gitme” diyen anne, gelecek para, verilecek paye için oğlunun ‘intihar’ ettiğine mi inanacak?
Çatışmanın ortasında lösemi hastası karısını teselli etmeye çalışan o polisin ‘şehit’ olması, o kadını gerçekten avutabilir mi? Hayati bir hastalıkla mücadele eden karısının yanında olması gerekmez miydi? Şart mıydı, Cudi Dağı’nda olması?
Ya da şart mıdır, 30 yıldır süren bu savaşın birkaç kuşak daha sürmesi? Birkaç kuşağı daha heba etmesi?
Başbakan ‘müjde’ verdi, “Şehitlik” tanımının kapsamı genişliyor; ‘terör’ eyleminde hayatını kaybeden siviller, göreve giderken kazada ölenler, iç güvenlik hizmetlerinde çalışanlar da artık şehit, gazi, harp malulü sayılacak. Yakınlarının kamuda istihdam sayısı birden ikiye çıkarılıyor, rütbeleri arttırılıyor.
Bunları duyunca tüylerim ürperdi. Her gün sıra sıra tabut sırtlayan bu halka aslında ‘sus payı’ dağıtılmaya hazırlanılıyor. Ölülerini sessizce gömsünler diye, gözyaşlarına bedel biçiyorlar.
Belli ki, zor günlerden daha da zor günlere geçiyoruz.
Hükümet kararlı; Kürt meselesini daha çok cenazeye endeksledi, Suriye ve İran’la gerilim, ‘füze kalkanı’na çarpıp duracak cinsten değil, zaten askıda duran Kıbrıs meselesi nedeniyle, AB ilişkileri tam hız kopmaya gidiyor. ‘Komşularla sıfır sorun’dan geldiğimiz nokta bu. Neredeyse dört bir yandan ‘yüksek gerilim hatlarıyla’ kuşatılmış durumdayız. Hükümet ‘şehitlik yasası’yla, olası bir Suriye ve hatta İran’la yaşanacak çatışmadan, Kürt meselesinde 90’lara geri dönüşü bildiren açıklamalardan, yalnız o ‘bölge’yi değil, tüm Türkiye’yi saracak bir yangından söz ediyor aslında. Bu yasanın deşifresi budur.
Böyle bir savaş ikliminde hükümetin yaslanacağı iki şey kalıyor geriye. Giderek yoksullaşan halkın yoksul çocuklarını para karşılığı ölüme razı etmek ve ‘milli değerler’ hamasetiyle ırkçılığı/milliyetçiliği yükselterek, oy kaybını önlemek. Bu arada, muhalefet edecek tüm unsurları da pasifize etmeleri gerekecek! Hocalı ve Newroz’la ortaya çıkan küçük çaplı ırkçı göstergelerin, tam olarak neye tekabül ettiğini giderek daha iyi anlıyoruz. Komisyondan bu atmosferde bir ‘uzlaşma’ anayasası çıkması ise hiç mümkün görünmüyor. Geriye, AKP’nin kendi anayasası ve başkanlık hedefiyle erken seçime gidebileceği yorumları kalıyor.
Savaş, cenazeler, iç çatışmalar, reform defterini kapamış, evrensel hukuk ilkelerini rafa kaldırmış bir yönetim, halklar arasında sonsuza dek kopacak bağlar ve tek yetkili bir ‘başkan’… Gelecekteki ‘Başkan’ımızın sözleriyle noktalayalım: Bu yangın da ‘Devlete millete hayırlı olsun
|