Ne çok hoyratlıkla ve duyarsızlıklarla dolu bir ülke burası...
Şafak Pavey benim yanıma 19 yaşında geldiğinden, benim için hala küçük bir genç kız...
Hala o genç kızlığındaki gibi ‘benim gizli onayımı almaya çalışan afacan’ olmaya devam ettiğini öğreniyor ve bundan çok mutlu oluyorum...
Fakat bu mutluluk bana bir sorumluluk yüklüyor...
Artık bilmekteyim ki, o benim yanımda 19 yaşındaki genç bir kız olmanın çok ötesinde; artık dünya çapında, engelli hakları ve tüm mağdurlar için bütün kalbiyle mücadele eden genç ve güzel bir kadın milletvekili Şafak...
Meclis Genel Kurulu’nda etek giyme zorunluluğu bir türlü giderilemediğinden, Şafak her gün protezinin kendisinin önüne geçtiği bir görüntüyle parlamentoya girmek zorunda...
***
O, engelli olmanın sorunlarını parlamentoda dile getiren bir genç kadın...
Tüm dünyadaki engellilerin, engelli hayatlarının minimalize edilebilmesi için dünyanın dört bir tarafında, Cenevre’de, İran’da, Birleşmiş Milletler’in en üst sekretaryalarında görev yaptı Şafak...
Bir tanesi şu anda Amerikan Dışişleri Bakanı olan son iki Amerikan Başkanı’nın eşlerinin elinden dünyanın en cesur kadını unvanını aldı o...
Önceki gece, Amerikan Büyükelçisi, Şafak Pavey’in dünyanın en cesur 10 kadınından biri olarak seçilmesinden dolayı, Büyükelçilik’te büyük bir davet verdi...
CHP Genel Başkanı ve birçok milletvekili oradaydı...
Bu sabah kadından ve aileden sorumlu bakanla yurt dışına uçuyor...
***
Uluslararası çapta genç bir kadın milletvekili Şafak Pavey...
Ancak bu ülkenin Türkiye Büyük Millet Meclisi, hala bu genç kadının “pantolonuyla, etek altından protezini değil, kendisini, aklını ve kalbini öne çıkartan görüntüsüyle” görev yapmasını kabul etmiyor...
Bu olayı ilk yazdığımda, apar topar bir şeyler yapılmaya çalışılmıştı...
Güya Şafak Pavey’in pantolonla Meclis Genel Kurulu’na girmesi, bir değişiklikle sağlanacaktı...
Öğreniyorum ki, AKP’li olmayan bazı milletvekilleri, o teklife “başörtüsünü de eklemişler...”
Meclis’te başörtülü milletvekili konusu elbette önemli ve çözüm bekleyen bir konu...
Ancak bu konu, tabiatıyla üzerinde uzun görüşmeler ve müzakereler sonucu kararlaştırılacak bir konu...
Bu öyle bir konsensüs gerektiriyor ki AKP üç dönemdir, Meclis’e başı örtülü kadın milletvekili sokmadı...
Bir zamanı var, onu bekliyor belli ki...
***
Engelli bir kadın milletvekilinin kendi görüntüsünü, protez bacağının önüne geçirmesini amaçlayan pantolon giyme hakkının, başörtüsü hakkıyla birleştirilerek engellenmesi anlaşılır gibi değil...
Bir kez daha tekrarlıyorum...
Bunu yapanlar AKP’li de değil...
Meclis’in 550 saygın milletvekili, genç bir kadın meslektaşlarının, protezini kapatacak şekilde Meclis Genel Kurulu’na gelebilmesine karar veremeyecek mi?..
Bu kararı veremeyen, “Ben engelli kadın milletvekilimin benim istediğim gibi giyinmesini zorunlu kılarım” diyen bir Meclis’in vicdanı hiç sızlamayacak mı?..
Duyarlılıktan uzak, hoyratlıkları bol bir ülkede, engelli kadın milletvekiline kıfayet özgürlüğü vermeyen bir sistemde, dünyanın en büyük 16 ekonomisinden biri olmakla avunmak “teselli ikramiyesi” midir?..
*****
SON GÜNLERİN ÖNE ÇIKAN İSMİ... AHMET DAVUTOĞLU...
Son günlerde adını, çok yerde, çok fazla duymaya başladım Ahmet Davutoğlu’nun...
Önümüzdeki dönemin öne çıkacak isimlerinden biri olacağı kuşkusuz...
Son zamanlarda, “keşke daha fazla kişilik portresi yazmış olsaydı” diye hayıflandığım Alper Görmüş’ün bir kitabı var...
Tanıdığım kişileri anlatış tarzından, tanımadığım kişilerle ilgili en önemli referans kaynağı oluyor o kitap bana...
“Hayat Bilgisi” kitabındaki Ahmet Davutoğlu portresinden notları şöyle Alper’in;
“Eğer Osmanlı dendiğinde hatırımızda beliren olgu, akamete uğramadan 20. yüzyıla dek yaşayabilseydi, onun üreteceği münevverin, en üst modeli de tam da Ahmet Davutoğlu gibi bir kişilik olurdu... (Ekşi sözlükten ‘balcar’)
***
Daha da açalım...
Şöyle bir münevver modelinden söz ediyoruz...
Dahil olduğu medeniyetle ilgili olarak hiçbir kompleks taşımayan, onun Batı medeniyetiyle rahatlıkla boy ölçüşebilecek bir muhteviyata sahip olduğuna -lafzen değil, kalben ve kafaca- inanan...
Fakat kendi medeniyetinin dışındaki medeniyetlere de asla kem gözle bakmayan, onları da değerli bulan...
***
Ahmet Davutoğlu, ailenin İstanbul’da ilk olarak yerleştiği Fatih’ten İstanbul Erkek Lisesi’nin bulunduğu Sultanahmet’e yürüyerek gitmeyi çok seviyordu...
Bu yürüyüşler babasından tevarüs ettiği, ‘kendi tarihini ve medeniyetini sevme’ duygusunu biraz daha derinleştirdi...
Onun zihniyet ve ruh dünyasını belirlemede önemli bir rol oynadı...
Gazeteci Faruk Bildirici o dönemine ilişkin edindiği bilgileri şöyle aktarıyor:
Fatih’ten Sultanahmet’e giderken, geçtiği sokaklardaki tarihe büyülenerek atıyordu adımlarını...
Kütüphaneleri camileri, hamamları, Osmanlı yapılarını gördükçe, kimliğinin köklerine dönüyordu...
Soru işaretleriyle doluydu kafası...
Bu denli erken yaşta kimliğiyle ilgili derin düşüncelere dalmasının bir nedeni, İstanbul’un tarihi atmosferi ise, diğeri de öğrencisi olduğu İstanbul Erkek Lisesi’ydi...
İkili bir kültürel yapısı vardı lisenin...
Cumhuriyet’in ilk kuşağından Türk öğretmenlerden ders alıyorlar...
Bir yandan da Almanca öğretmenlerinden Batı kültürünü öğreniyorlardı...
Yatılı okula 12 yaşından itibaren girdiği günden itibaren, Klasik’lerle yüz yüze gelmiş, Goethe’yi, Bertolt Brecht’i keşfetmişti...
Türk edebiyatını da hatmediyordu...
Ahmet Hamdi’den Fuzuli‘ye, Farabi’den Ahmet Cevdet’e kadar eserleriyle tanışmadığı isim kalmamıştı...”
***
Gazeteci tarihe tanıklık eden, tarihin müsveddesini yazan kişidir...
Osmanlı’dan memleketin işgaline, işgalden Kurtuluş Savaşı’na, Kurtuluş Savaşı’ndan Cumhuriyet’in kuruluşuna, demokrasiye ve Osmanlı’yı yeniden öne çıkartan bir muhafazakarlaşmaya...
Cumhuriyet’in 100’üncü yılına giderken, ön plana çıkan kadroların kişiliklerini, onları oluşturan koordinatları anlatmak tarihe müsvedde yazmaya soyunmuş bir gazetecinin görevi olsa gerek...
Bu çerçevede yazıldı bu yazı...
*****
GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ
BİR SÜRAHİ YERE DÜŞÜP KIRILDIĞINDA...
“En büyük ilerlemeleri, en büyük sıkıntılardan sonra kat ettiğinizi aklınızdan çıkarmayın...
Bu sıkıntılar onlarla yüzleşirken bizi yaralar...
Fakat üstesinden geldikçe iyileştirirler aynı zamanda...
Bir sürahi yere düşüp kırıldığında, içinde saklı olan akmaya başlar...
Hayat önünüze engelleri çıkardığında, bunların sizi sürahi gibi ‘kırıp’ içinizde uyumakta olan sevgi, güç ve potansiyeli çevrenizi saran dünyaya çıkarmanıza yardım etmeye geldiklerini hatırlayın...
Ve tıpkı kırık bir kemik gibi, kırılan yerler eskisinden daha güçlü hale gelirler...
Robin Sharma...”
***
Birkaç gün önce, eski kasetleri ve görüntüleri izlerken, yıllar öncesinden ‘kırık’ kalmış muhteşem bir sevginin parçalarına rastladım...
Fark ettim ki aylardır, bana çektirilmeye çalışılan sıkıntı, ‘kırık ve yarım kalmış’ muhteşem bir ruh birlikteliğinin yeniden ortaya çıkmasına yol açması içinmiş...
Bunun ne olduğunu şimdi söylemeyeceğim...
Her şeyin mucizevi bir şekilde geri geldiğini fark etmekteyim şimdi...
Ruhumun şahlanırcasına canlandığını, sevginin coşkun bir nehir gibi akmakta olduğunu görüyorum...
Sıkıntı verenlere “şükran” duyuyordum şimdi...
Onlar olmasaydı, yarım kalmış bir sevgi, yeniden ortaya çıkıp muhteşem bir şahlanışa kavuşmazdı...
Bir sürahinin yere düşüp kırıldığı ve içinden su gibi sevginin akmaya başladığı anı yaşıyorum şimdi ben...
O olayları, olayları yaşayanları, yapılanları ve onlarla yarım kalmış muhteşem sevgimizi paylaşacağım sizinle...
Az sonra...
|